Herkesi aynı genelleme içine sokmak istemem, ama kendimi ve yakın çevremi gözlemlediğimde, her birimizin, zaman zaman tasarımlanmış bir aygıta, belirli bir yaşam tarzına koşullanmış bir insana dönüştüğünü görüyorum. Sabah uyandığımız andan, akşam yatağımıza uzanıncaya kadar, nerdeyse her gün, ister ağır isterse yoğun bir etkinlik hızında, çok farklı olmayan bir yaşamı sürdürüyoruz. Anlık kaygı ve mutlulukları bir yana bırakacak olursak; sıradanlık, tekdüzelik ve alışkanlıkların egemen olduğu bu yaşam tarzı günümüzü bütünüyle doldurmaktadır.
Yakınıyor muyum?
Kesinlikle hayır! Beğensem, beğenmesem de bu benim seçimim. Her zaman bu çemberi kırma olanağım varken, bunu yapmıyor ya da yapamıyorsam, yakınmakla elime bir şey geçmeyecektir.
Sanırım yaşla birlikte değişen alışkanlıklar kadar, birer baskı unsuru olan sosyal ve ekonomik koşullar, günlük davranışlarımızı tümüyle etkilemektedir; ama en önemli etken yaşadığımız ya da yitirdiğimiz heyecanlardır!
Heyecan, yaşımız ne olursa olsun, yaşantımızın en etkin dürtüsüdür. İlişkileri sıcak tutan, yeni ilişkiler peşinde koşturtan, yaratıcılığımızı tetikleyen, sıradanlıktan çıkaran, yeniliklere ve atılımlara açık olan hep aynı heyecandır. Bu dürtü olmasa ne yaptıklarımızdan keyif alabilir, ne yeni yolculuklara çıkabilir ne de tekdüze yaşantımızı aşmak için bir çaba harcamaya girişebiliriz.
Kendi payıma konuşmak gerekirse, birçok değeri yitirebilirim, maddesel ya da tinsel; ama en çok korktuğum şey heyecanımı yitirmektir!
Bu duruma düşmüş bir adamın öyküsünü anlatalım:
Divanda uzanan hasta, psikologuna her zaman eve gitmekten korktuğunu, eşini mutsuz ve üzgün görmekten içinin karardığını, bu yüzden evden kaçmak için fırsat kolladığını söyler. Bunun üzerine psikolog, hatanın kendisinde olup olmadığını düşünmesini, bunu denemek için o gün eve giderken eşine çiçek, tatlı gibi bir şeyler almasını, kapıyı açtığında sarılıp onu öpmesini önerir. Hatta onu şaşırtmak için, gerekirse yerleri süpürmesini, masayı toplamasını, bulaşık yıkamasını söyler.
Bu sözler adama ilginç gelir ve hemen o akşam, yeni bir heyecanla doktorun söylediklerini uygulamaya karar verir. Kapıdan girdiği andan başlayarak kocasının her sözü, her davranışı kadını önce şaşırtır, sonra şoktan şoka sokar. Ona sarılan, çiçek getiren, masayı toplayan, bulaşık yıkayan, tatlı sözler söyleyen adam kaç yıllık kocası değil, sanki bir başkası gibi görünür. Bir anda ağlamaya başlar. Kocası bu duruma şaşırır ve ona neden ağladığını sorar. Kadın, gözleri yaşlı şöyle der:
-Nasılsa bir gün delireceğinden kuşkulanıyordum. Şimdi bunun gerçekleştiğini görüyorum. Ne olur, bir psikologa görünüver!”
Ne yazık ki bir farklılığa, yeni bir heyecana birlikte olduğumuz insanlarla aynı anda yanıt veremiyor, uyum sağlamakta zorlanabiliyoruz.