Barınak

Avram VENTURA Köşe Yazısı
12 Kasım 2008 Çarşamba

Stefan Zweig’ın denemelerinden birinin başlığı: Binlerce Alınyazısının Evi.

Yazar, bu yazıyı 1937 yılında Londra’daki “Shelter”in ellinci yılı nedeniyle kaleme almış. Binlerce Yahudi’nin vatansız kaldığı, yeni ülke arayışına girdiği bu yıllarda, yolculuklarında tanıdığı bu insanların güvensizlik, kaygı ve korkularını anlatıyor. Nereye gideceklerini, nasıl yaşayacaklarını, gümrük kapılarında neyle karşılaşacakları kadar, paralarının yetip yetmeyeceklerini bilememenin, gidecekleri ülkenin dilini konuşamamanın, onların tedirginliğini nasıl arttırdığını, birkaç satırda güçlü kalemiyle dile getiriyor. Tüm bu olumsuzluklara karşın, bir Londra yolculuğunda karşılaştığı Yahudilerin hepsinde bir umut ışığı görüyor: Shelter.

Zweig, uzun bir süre Londra’da bulunmasına karşın Shelter’i hiç duymadığını söylüyor. Kimse ona bu evden söz etmemiş, nasıl bir kuruluş olduğunu da anlatmamış. Buna karşın çok uzak ülkelerden gelen Yahudiler onu çok iyi tanıyor, bir söylence gibi her yerde ağızdan ağza anlatılıyormuş. Bu kurum, göç eden Yahudilere yardım elini uzatan, bu yorgun insanlara bedenlerini dinlendirmeleri ve moral bulmaları için kapılarını açan, başka ülkelere olan yolculuklarında destek olan bir evdir. Bu yeri bilmemekten utanç duyan yazar, Londra’ya ayak basar basmaz orayı görmeye gider. Binanın konumunu ve Shelter’in özverili çalışmalarını anlattıktan sonra şunları söyler:

“Binlerce insanın yaşamını buz gibi bir sis bulutu örneği saran o inanılmaz güvensizlik hiç olmazsa birkaç gün için insanlığın sıcaklığı ve ışığı ile doluyor. Yurtlarından atılmış olanlar, yaban ellerinde yapayalnız ve terk edilmiş olmadıklarını, halkının yanında, onun ortasında olduğunu hissediyor.”

“Ümitlerini yitirmiş insanların, Yahudilerin sefaletinin sonu gelmeyen denizinden birkaç damla almak, mutsuza, vatansıza birkaç saat için de olsa vatan duyguları vermek, yüreksizleri yüreklendirmek bile büyük bir başarıydı! Sürülmüşleri ve vatansızlara hizmet eden ev ne mükemmel bir yer!”

Zweig’ın bu denemesini okuduğumda, nerdeyse kırk yıl önceki anılarım canlandı:

Üniversiteyi bitirmiş, askere gideceğim güne kadar zamanımı değerlendirmek için, Londra’ya gitmek istemiştim; ancak ne yapacağımı, kiminle görüşmem gerektiğini bile bilmiyordum. Bir arkadaşım Londra’da bulunan bir Yahudi kuruluşundan söz etmiş ve oraya bir mektup yazmamı önermişti. Sınırlı İngilizcemle orada İngilizce kurslarına katılmak, olanağı varsa boş zamanlarımda çalışmak istediğimi yazdım. Çok kısa bir zamanda mektubumun yanıtı geldi: “Gelin! Size elimizden gelen yardımı yapmaya hazırız.”

Bu yolculuk için babamın ayıracağı para oldukça sınırlıydı. Bir iş bulamazsam ne yapabilirim korkusu yanında, yaşımın verdiği bir serüven tutkusu da ağır basmıştı. Sonuçta yola koyuldum. Londra’ya akşam karanlığında inmiştim. Elimde iki bavul, havaalanından bindiğim taksi beni çok katlı bir binanın önünde bırakmıştı. Beni içeri alan görevli aradığım kişinin ertesi sabah orada olacağını, eğer istersem o gece orada kalabileceğimi söyledi. Yorgundum. Yatmak üzere onu izledim. Sekiz yataklı bir odanın kapısını açtı, yatağımı gösterdi. Çok geçmeden uyumuşum. Ancak ertesi sabah nerede bulunduğumu anlamaya başlamıştım. Bu kurum birçok ülkeden gelen Yahudi çocuklarını belirli bir süre için ağırlıyor, sorunlarına yardımcı oluyordu.

O an benim Londra serüvenim başlamıştı. Benim asıl anlatmak istediğim, umarsız, umutsuz bir şekilde uzak bir ülkeye ayak basan bir insana kucak açan böyle bir barınağın varlığının ne denli önemli bir işlev üstlendiğiydi. Bunu da ancak yıllar sonra anlayabilmiştim.