Biri Fransız tarih öğretmeni. Diğeri ise Lübnanlı bir katil. İki insan, iki apayrı hikâye. Hikâyelerin sonu ikisinin de geçen hafta gerçekleşti... Bu yazı dünyadan umudunu kesen birinin isyanı filan değil, bir teslimiyet yazısıdır...
“Erkekler Mars’tan, kadınlar Venüs’ten gelmişlerdir” denir. İki cins arasındaki karakter farklılığını böyle basite indirgemişler efsane yaratıcılar. Peki ya ölümcül farklılıkları olan aynı cinsten olanlara ne diyeceğiz? Mars’ın farklı bölgelerinden mi gelmişler, yoksa dünyaya düştükten sonra kimileri Şeytan’a ruhunu satıp diğerleri ise direnmeye mi çalışmış?
Bilinmez. Din kitapları nereden geldiğimizi söylüyor, binlerce yıldır. Darwin ise bambaşka şeyler söylüyor. Aslında birey için bunun pek de önemi yok. Şaşılası olan mesele, aynı doğal yapı üzerinde yükselen iki insanın akıllara durgunluk veren farklılığı, hatta zıtlığı...
Eric Jandin... 17 Temmuz 2008’e kadar 48 yaşındaydı. Fransa’nın İsviçre sınırına yakın bir bölgesinde prestijli bir lisenin çok canlı, çok başarılı, öğrencileri tarafından çok tutulan, sevilen bir tarih öğretmeniydi, 17 Temmuz’a kadar. O tarihten yaklaşık 45 gün önce o çok iyi anlaştığı öğrencileri ile bir otobüs tutup Leman Gölü’nün kıyısında Ortaçağ’dan kalma tarihi bir bölgeye gidip muhtemelen tatilinde bile tarihin gizemini araştırmayı düşünüyordu. Ama başaramadı. İlahlar, nedeni bilinmez bir şekilde engeller bu ‘tarihi buluşmayı’. Öğrenci grubunu taşıyan otobüs, demiryolunun da bulunduğu bir kavşakta, ya sinyalizasyon hatasından ya da şoförün dalgınlığından durmaz ve o anda muhtemelen ilahların yolladığı bir tren otobüse feci bir şekilde çarpar. 7 öğrenci anında ölür. Kendisi ve 25 öğrenci hafif yaralarla kurtulur. Öğretmenimizin yüreği kurtulamaz ama. Kendisini, gezinin organizatörü olduğu için sadece sorumlu değil, suçlu da bulur. Kazadan sonra psikolojik tedavi görür; öğretmen arkadaşları ve öğrenciler kendisinin kazadan zerre kadar sorumlu olmadığına ikna edemezler. 7 öğrencinin ölümünden tam 45 gün sonra evinden dışarı çıkar, ormana doğru yürür, yürür ve kaybolur... Ertesi gün, gün ağardığında polis bir ağaca asılmış cesedini bulur... Jandin, muhtemelen Albert Camus’yü okumuştu. Lakin, O’nun, yaşamın ‘saçma’sına karşı tek yolun intihar gibi görülmesine rağmen, hayata direnme ve hatta başkaldırmanın tek çözüm olduğunu söylediğini de unutmuştu muhtemelen.
Direnme gücünü kaybedince, ‘saçma’ya yenilip geride eşi ve iki çocuğunu öksüz bırakacak sefil kaderinin ipini kendi eliyle çekmişti. Bu asil ruh, bu şövalye adam gibi adam, sözde aydınlık hayatta yaşamayı terkedip bilinmez karanlık tünelde yol almayı seçerek saçmadan intikam alıyordu...
Masumun ölümünden kendini sorumlu tutan bu gerçek insan artık tarihin sayfalarında nereden gelmişse gelmiş insanlığın vicdanını dimdik temsil edecekti sonsuza değin...
Diğer kahramanımızın adı ise Samir Kuntar. Lübnanlı bir bebek olarak doğar 1962 yılında. Neredeyse Eric Jandin ile yaşıttır. Lakin Eric, beynini tarihin gizemini çözmek için dolduruken, Samir beynine habire kin ve nefret hissiyatını zerkediyordu. Ortadoğu’nun şiddetinden nasibini alarak 1979’un sıradan bir geceyarısında sınırı geçerek ilk rastladığı İsrailli’inin evine baskın yapar bir arkadaşıyla. 17 yaşındadır ve o yaşta Lübnan’ı kurtarmayı düşlemiştir muhtemelen. Girdiği evde uykuda yakaladığı iki kız çocuklu ailenin babası Danny Haran ile 4 yaşındaki kızı Einat’ı tuttuğu gibi dışarı çıkarır. Anne, Smadar Haran ise 2 yaşındaki kızı Yael ile başka bir odadan evin bodrumuna kaçar. Sami Kuntar, baba ve 4 yaşındaki kızını gecenin kör karanlığında sahile götürür ve kızının gözleri önünde kurşuna dizer babayı. Yıllardır doldurulmuş beyin bununla yetinmez ve yapılabilecek en kötü şeyi yapar. Ufak kız Einat’ı, tüfeğinin dipçiliğiyle kafasını bir kayada ezerek katleder oracıkta. Akdeniz’in tembel dalgaları sahili isteksizce döverken, dolunayın ışığı tek şahit oluyordu muhtemelen bu benzersiz katliama...
Bu arada evin içinde umutsuzca bekleyen anne Smadar diğer kızının ağlamasını engelemek için ağzını sıkı sıkıya kapatınca nefessizlikten ölümüne neden olur.
Yunan trajedisi filan değil, 1979 Ortadoğu trajedisi işte...
Samir Kuntar kaçamaz ve muhtemelen yeni bir katliam yapmayı umud ederken yakalanır. Ömür boyu mapushane cezası alır ve tarihin en azılı terörüsti olarak kayda geçer. Bir çocuk katiliydi o. Kasten ufacık bir kızı öldürecek kadar ruhunu Şeytan’a kaptırmış biriydi o.
Ve Samir, geçtiğimiz hafta, 29 yıllık israil cezaevi hayatından sonra Hizbullah tarafından Temmuz 2006’da kaçırılan ve öldürülen 2 İsrailli askerin cesedine karşılık salıverilir. Özgürlüğüne kavuşur. Kavuşur kavuşmaz ise, insanlığın ne olduğunu veya nereye geldiğini kanıtlarcasına “hiç de pişman değilim” der yaptıklarından. Ve üstelik Lübnan Cumhurbaşkanı ve Başbakanı tarafından kahraman edasıyla karşılanır, tüm dünyanın gözü önünde.
Samir, 4 yaşındaki bir kız çocuğunu kayaya sıkıştırıp dipçilikle öldürmekle Lübnan davasına hizmet ettiğini sanıyor bugün de. Ve en kötüsü de devletinin yüksek katında kabul görüyor.
Sözün bittiği yerdir burası artık.
Ama Allahınızın aşkına biri çıksın da bu insan karakterindeki zıtlıklar tragedyasının kodlarını çözsün de rahatlayalım...
Biri işlemediği suçtan dolayı intihar ederken, bir diğeri işlediği bu kadar korkunç suçtan zerre kadar pişmanlık duymuyor. Ve o, özgür artık...
İşte adalet!...
Vah dünyam, vah...