Sinemadan çıkmış, bir pastanede oturuyorduk. Filmin iletisiyle ilgili aramızda tartışırken, arkadaşımın sorusu üzerinde duraksadım:
- Dikkat ettiysen öykü, kahramanın hakkını araması üstünde odaklanıyor. Adam, istediği sonucu elde etmesine karşın yine de mutsuzdu. Filmi bir yana bırakalım, bir olay ya da davranış karşısında, senin için haklı mı olmak mı önemlidir, yoksa mutlu olmak mı?
İlk anda, dilimin ucuna haklı olma isteği gelirken, sustum. Neden iki karşıt uçtan birini seçmem gerekiyordu? Bu kez sorular hızla kafamın içinde akmaya başladı:
- Hem haklı, hem de mutlu olamaz mıyım?
- Haklı olmak uğruna, mutluluktan mı vazgeçmeliyim?
- Mutsuz olduktan sonra, haklı olmak neye yarar?
Birkaç saniyede aklımdan geçen bu soruları ortaya atarak, herkesi bu tartışmanın içine çekmeye çalıştım. Birlikteyken, her birimiz konuyu farklı yaklaşımlarla ele aldıysak da, yalnız kaldığımda canlı bir örnek olarak Suter’in öyküsünü anımsadım.
Johann August Suter’i, Stefan Zweig’ın Yıldızın Parladığı Anlar kitabından tanımıştım. Öyküsü kısaca şöyle:
Suter Avrupa’da bir kanun kaçağıdır. Yargıdan kurtulmak için bir gemiyle New York’a gider. Bu yeni ülkede de sürekli yer değiştirir, farklı işler yapar. En son Kalifornia’ya gelir, San Fransicko adlı küçük bir kasabada, vali ile görüştükten sonra, toprakların on yıllık işletme hakkını alır. Zaman içinde işlerini büyütür, topraklarındaki verim artar, ambarlar genişletilir. Zengin ve mutludur. Bir gün topraklarında altın bulunur. Haber her yana yayılır. Bir anda toprakları işgal edilir. Elinde mahkeme tarafından verilmiş resmi bir belge olmasına karşın, büyük yığınların karşısında direnemez. Evleri yakılır, çiftlikleri yağmalanır, kararı veren mahkeme salonları talan edilir. Bu arada iki çocuğu öldürülür, biri de kaçarken ölür. Suter bir başına kalmıştır. Yirmi yıl süresince mahkeme kapılarında hakkını arar. Cebinde dünyanın en zengin insanı olduğunu gösteren bir belgeyle, sokakta ölüsü bulunur.
Suter, tüm arayışlarında gerek yasal olarak, gerekse vicdanen haklıydı; ama ömrü boyunca hiç mutlu olamadı!
Kuşkusuz bunun, abartılı olduğu söylenebilir; ancak düşünmeye yönlendirmesi bakımından, bu yaşanmış öykü güzel bir örnektir.
Çok kez bizim de başımıza gelmiyor mu? Haklılığımızı savunma uğruna eşimiz, dostumuz ya da ilişkide bulunduğumuz bir insanla tartışabiliyor, kavga edebiliyor, belki de nefretle birbirimizden uzaklaşabiliyoruz. Sonuçta, elimizde olmadan haklılığımız bizi mutsuzluğa sürükleyebiliyor.
Biliyorum, asıl soru namluya sürülmüş bir mermi gibi bekliyor:
- Peki ne yapalım? Haksız olduğumuzda zaten söyleyecek bir sözümüz olmuyor. Haklı olduğumuzda da suskunluğumuzu sürdürerek nasıl mutlu olabiliriz?
Sanırım her türlü yanıtın karşıtı da kendi doğrusunu içinde barındıracaktır. Bu yüzden mutluluğumuz, duygusal ve düşünsel alandaki gelişimimizle birlikte, olay ve insanlara olan yaklaşımımıza bağlı olacaktır.