Galatasaray’ın Şampiyonlar Ligi ön elemesinde Steaua Bükreş ile deplasmanda oynadığı maçı dışarıda bir restoranda izlemiştim, birçokları gibi. Çok da zevkli geçti diyemeyeceğim bir 90 dakika ve artısı oynanmış, sarı-kırmızı renkli Devler Ligi hülyam Balkanlarda sona ermişti. Maç zaten ilk ayakta Ali Sami Yen çimlerinde kaybedilmiş, ne var ki “çıkmadık candan umut kesilmez” özlü sözü misali, yeni sahne amiri Skibbe’nin temsilin ikinci perdesinde nasıl bir şablon ortaya koyacağı merakla beklenmişti. Olmamıştı... Temsilde, protagonistler, jönprömiyerler arzulanan performansı yakalayamamış ve sonuç “Avrupa Birliği olmazsa Afrika Birliği’ne gireriz” diyenlere nispet, “Şampiyonlar Ligi olmadı, UEFA verelim” mealinde olmuştu. Dediğim gibi bir restoranda izlemiştim bu maçı; aynı saatlerde Fenerbahçe’nin Partizan’la oynadığı ön eleme karşılaşması da halihazırda oynanmaktaydı ve sarı-kırmızı hülyanın sona erdiği dakikalarda aşağı kata inip, Şükrü Saracoğlu’ndaki son 10 dakikayı izlemek istedim. En azından bir takımımız Devler Ligi’nde olmalıydı ve 2-1 devam eden maçta, rakipten gelecek bir gol karşılaşmayı uzatmaya götürmemeliydi. İstemiyordum, çoğu Galatasaraylı’ya inat... 88. dakika doluyordu ki Fenerbahçe teknik direktörü Luis Aragones, sahadan Claudio Maldonado’yu alkışlatma maksatlı olarak çıkartıp –sonradan öğrendiğime göre maçın en iyilerindenmiş- yerine aynı görevi yapabilecek bir başka sarı-lacivertli oyuncuyu sahaya sürdü. Uzun süredir ortalarda görünmeyen Deniz Barış’ı... Bu yazıya ilham kaynağı olacak zat-ı muhteremi...
Ne Fenerbahçe tribünlerinin bir numaralı adamı olmamasına, ne sezon öncesinde sekiz sütuna manşet olacak “Aragones, koşuda Deniz’i solladı” haberlerine, ne Ümit Özat gibi “farklı” nedenlerden ötürü Saracoğlu “cemaatinin” güveninini kazanamamasına, ne kısıtlı yeteneğine, ne sakatlığını uzun süre olmasına rağmen atlatamamasına, ne de iddia edildiği gibi bir taksiciye uçan tekme atması sonucunda tendonunu zedelediğine takmış değilim a dostlar... Bu 1977 Erzincan doğumlu genç insan, daha hayatının Dante gibi ortasında olmadığına göre genç sayılır, 2005 Temmuz’unda iki çocuğunun annesi, eşi Frauke’yi kaybetti. Hazin bir sondu, merdivenlerden düşerek sevdiklerinden ayrılmıştı, Tolga ve Josephine’in anneleri. O tarihten bu yana her şey yatay seyirde gitti, çizgi dışı görünümlü futbolcu için. Ruhsal çöküntüden bir türlü sıyıramadı kendini haliyle... Vakti geldiğinde araya atılan topu kesmek için sağa sola koşturdu, vakti geldi çocuklarına sütünü içirdi, Andersen’den masallarını okudu ve yatırdı yataklarına, vakti geldi hayatı tanımaya yeni başlayan evlatlarına doğanın kanunlarını, annelerinin neden yanlarında olmadığını anlatmaya çalıştı... Deniz Barış artık hem babası hem de annesiydi, Josephine ile Tolga’nın. Takımının Samandıra tesislerindeki idmanlara çocuklarını getiriyor, iki ufaklık takımın maskotu haline gelirken, psikolojik buhrandan kurtulmaya çalışan futbolcu da antrenman sonundaki vakitlerde “biricikleri” ile ortak anları paylaşıyordu. Herkes için sıradan, Deniz içinse geçmek bilmeyen günler, aylar, yıllar içerisinde unutulmaz bir de jest yapmıştı kanımca Fenerbahçe Spor Kulübü. 2007’nin Babalar Günü’nde kulübün internet sitesinin açılış sayfasına Deniz’in evlatlarıyla beraber tesislerde geçirdiği anlardan bir kare koymuştu. Halen zihnimde olan o fotoğrafı gördüğümde hislenmiş ve bu talihsiz hikayesi gelmişti aklıma bir zamanlar milli takımda top koşturan oyuncunun... Tıpkı Partizan maçının son dakikalarında oyuna dahil anda olduğu gibi...
Kazanırız, kaybederiz, kızarız, seviniriz, severiz, sevmeyiz, bağrımıza basarız veyahut nefret ederiz şu futbol denilen “lanet”in başrolündekilerinden... Lakin bazen 10 saniye sessiz kalıp, farklı taraflardan bakmak lazım oyuna, insanlara, hayatlara!.. Hele bir de hafta sonunda Ümit Özat’ın saha içinde can çekiştiğini gördükten sonra...