Enseyi terleten güneşin ansızın yerini yağmura bırakmasıyla, yazın çabucak kayıp gitmesinin burukluğu şairin içini kaplıyor. Oysa Eylül en güzel aydır memleketimde. Toprak yağmura kavuşur, doğa rengini bulur, bulutlar ayrı güzel olur Eylül’de....
Enseyi terleten güneşin ansızın yerini yağmura bırakmasıyla, yazın çabucak kayıp gitmesinin burukluğu şairin içini kaplıyor. Oysa Eylül en güzel aydır memleketimde. Toprak yağmura kavuşur, doğa rengini bulur, bulutlar ayrı güzel olur Eylül’de....
Ama şair dökülen yaprakların hüzünlü romantizminden çok 6-7 Eylül pogromunun yok ettiği İstanbul’a üzülür, 12 Eylül’ün kalıcı hale getirdiği toplumsal yaralara ağlar.
Prof. Altay Gündüz’ün Cumhuriyet gazetesinde yazdığı gibi, Menderes hükümeti tarafından planlanıp yürütülen bir operasyondur 6-7 Eylül olayları. İstanbul Ekspres ve Hürriyet gazeteleri aracılığı ile “büyük gün” adım adım hazırlanmıştır. Adnan Menderes yargılanırken “Efkarı umumiye bu olaya hazırdı. Mürettibini aramak gerekmez” diyerek aslında kamuoyunun böyle bir yağmaya psikolojik olarak önceden hazırlandığını adeta itiraf eder…
6-7 Eylül ile yitirilen sadece azınlıklar değildir, aynı zamanda çoğulcu demokrasinin mayası kültürel çeşitlilik de yok edilmiştir. Oktay Ekşi “Gizli Irkçılık” başlıklı yazısında azınlıkların üniversiteler hariç tüm kamu kurumlarından dışlanmasının, giderek artan yabancı düşmanlığı ve “öteki” nefretinin ulus devlete nasıl kaybettirdiğini vurguladı.
Tornadan tek tip adam çıkarma hedefi güdenler, Kızılderililerden Macarlara dünya alemi Türk ilan ederken bu toprağın öz evlatlarını acımasızca dışladılar.
Maalesef Türkiye gittikçe içine kapanan, gittikçe dünyaya yabancılaşan bir ülke olma yolunda hızla ilerliyor. Toplumsal önyargılar sürekli nefretle besleniyor. Irkçı yaygaranın özenle himaye edilmesi kamuoyunda meyvelerini hızla veriyor. PEW’ün son araştırması kesintisiz nefret yayma mekanizmalarının başarısını şöyle özetliyor: “Türk halkının %75’i Hristiyan ve Yahudilerle komşu olmak istemiyor”. Bu rakam 2004 yılında %52 idi.
Usta şair İsmet Özel “Müslüman olmayan Türk olamaz” derken aslında yalnızca yaygın bir anlayışı dile getiriyor. Peki o zaman Orta Asya’ya beş asır boyunca hükmeden, Bizanslıların bile “Türkler” olarak hitap ettiği Yahudi dinini benimsemiş Hazar Kağanlığına ne demeli? Veya Türkçülük akımının öncülerinden Moiz Kohen Türk değil miydi?
Bu mesele azınlık hakları, hoşgörü, saygı meselesinin çok ötesindedir. Mesele tek tip adam yaratma çabasının ulus devlete zarar vermekten başka bir işe yaramadığı gerçeğidir.
Bugün Batıyı Batı yapan, bizden ayıran nedir? Batıda da Yahudi ve İslam düşmanlığı giderek artmıyor mu? Kızılderililerin soyunu kıran ABD değil midir?
Batıyı Batı yapan çoğulcu düşüncedir; geçmişle hesaplaşma, hataları içselleştirme, öz eleştiri ve yanlışlardan ders çıkarabilme kültürüdür. Alt kimliklerin ulusal üst kimliği koruduğu ve geliştirdiği gerçeğinin idrakıdır. Kızılderili katliamlarının ülkenin her köşesinde müzelerle törenlerle anılması, okullarda okutulmasıdır. Daha dün siyahlara yasayla ayrımcılık uygulayan bir ülkede bugün göbek adı Hüseyin olan bir siyahın halk tarafından başkan adayı seçilebilmesidir.
1934 Trakya olaylarından 1942 Varlık Vergisine, 6-7 Eylül’den Çorum’a, Maraş’a ve Madımak’a uzanan ince uzun yol giderek asfaltlanmış, genişletilmiş otoyola dönüştürülmüştür. 6-7 Eylül olayları nedeniyle günah keçisi olarak yargılanan Asım Bezirci neredeyse yarım asır sonra Madımak Oteli’nde yanarak can vermiştir. Madımak’tan canını zor kurtan Aziz Nesin aynı davanın diğer bir sanığıdır.
Mustafa Kemal’in “Ne Mutlu Türk’üm Diyene!” sözününün altı doldurulmadıkça, tornacılıkla muassır medeniyet olunamayacağı idrak edilmedikçe, çoğunlukçu otoriter zihniyet çoğulcu demokrasiye dönüşmedikçe aydınlığa çıkmamız zor.
Ağaçlara soralım: Anadolu’da doğup yetişen bir Arabistan Hurması, bir Macar Meşesi bir Halep Çamı bu toprağın evlatları değil midir? Kökleriyle bu toprağı derinlemesine kavrayarak ona sımsıkı sarılmamışlar mıdır? Bu ağaçların Türk olmadıkları gerekçesiyle kesilip canları alınabilir mi? Vatan toprağında ebedi huzura bir türlü kavuşturamadığımız Nazım’ın dediği gibi “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine...”