Sokakta elinizde kamera ve mikrofonla dolaşın. Ve yoldaki vatandaşlara aynen şu soruyu yöneltin: “Hayatınız boyunca unutamadığınız bir futbol maçı?” Vatandaşların çoğu bu soru karşısında düşünmek için süre isterler. Hatta, yanlarında bir kişi varsa ona danışırlar. Ama beni sokakta yalnız yakalayıp bu soruyu sorsalar, cevap hazır: “1982 Dünya Kupası Fransa-Almanya Yarı final maçı.”Ve o anda gözlerim dolar işte;
8 Temmuz 1982, günlerden Perşembe. Ben henüz on yaşındayım, ama futbol izlemeye dört yaşında başlamıştım. Adadayız. En büyük eğlencemiz futbol. Onunla yatıp, onunla kalkıyoruz. 1982 Dünya Kupası’nın çıkartma kitapları var. İskelede arkadaşlarla, bunları değiş tokuş ediyoruz. Yanılmıyorsam televizyonlar da yeni renklenmiş.
Kupanın başladığı ilk günden, okuduğum Fransız okulu mu dersiniz, yoksa Michel Platini’ye olan hayranlığım mı, Fransızlardan daha koyu bir Fransız taraftarıydım. Akşam arkadaşım Roni’nin evindeydik. Yaklaşık altı kişi. Ve sanki Fenerbahçe-Galatasaray maçını beklermişçesine hepimiz heyecanlıydık. O zamanlardan futbol kahramanları yaratmaya başlamıştık. Kimisi için Littbarski, kimisi için Rummenige, ama benim için varsa yoksa Platini idi. Evde maçı izlerken, salon ikiye ayrılmıştı. Üç kişi Almanya’yı, diğer üçü Fransa’yı destekliyorduk. Ben resmen maç düdüğünden önce, dua etmeye başlamıştım. Hollandalı hakem Charles Corver’ın düdüğü ile, maç başlamıştı. Yerimde duramıyordum, şu an hala alışkanlığından vazgeçemediğim tırnak yeme olayına çoktan girmiştim. Maç bir o kalede, bir bu kalede gidip gidip geliyordu. Ama bu gidip gelmelerde ,Almanlar karlı çıkıyordu. 17. dakikada at kuyruğu saçları ile idol olan Pierre Littbarski’nin attığı golle Almanya 1-0 öne geçiyordu. Ve televizyon karşısındaki ben, bir anda ağlamaya başlıyordum. Alman taraftarı olan arkadaşlarımın sevinçleri, en az Alman futbolcular kadar fazlaydı. Ama maçın bitmesine daha çok vardı. Fransa, oyuna tekrar başladı. Yüklendikçe yükleniyordu. Ceza sahası içinde dokuz kusurlu hareketten biri, hakem tereddütsüz penaltıya hükmediyordu. Yerimde duramıyordum. Topu eline almıştı Michel Platini, düşük çorapları ile topu o beyaz noktaya dikmiş geriliyordu. Biz üç arkadaş, el ele tutuşmuştuk bile. Platini topun başına geliyor, vuruşunu yapıyor ve Gollll…Halit Kıvanç bile maçtan, bizim kadar zevk alıyordu. Bu sefer, biz sevinç yumağı oluşturmuştuk. Durum 1-1 idi. Ve kalan dakikalarda başka gol olmuyor, sadece biz çocuk yaşımızda televizyon karşısında perişan oluyorduk.
Uzatmalar da aynı tempoyla başlamıştı. Ama bu sefer sahne Fransızlarındı. Hala düşünürüm bazen, altın gol uygulamasını neden o zaman düşünememişler diye. Beklenen gol, ikinci uzatma dakikasında esmer şeker Marius Tresor’dan geliyordu. Fransa 2-1 öne geçiyordu. Biz evde ekran başında, sevinçten çılgına dönmüştük. Alman taraftarı Roni’nin yüzü hala aklımda.
Ancak Fransızlar 2-1 ile yetinmeye niyetli değildi. Saldırdıkça saldırıyordu ve sekizinci uzatma dakikasında küçük dev adam Alain Giresse sahne aldı. Durum 3-1 idi. Maç bana göre artık bitmişti. Fransa, finale çok yakındı artık. Horozlar final biletini almak üzereydi. Ama o gün Halit Kıvanç ustadan öğrendiğim çok önemli bir cümle vardı: Futbol 90 dakika. Uzatmaların 12. dakikasında Sarı kafa Rummenigge atıyor, farkı bire indiriyordu. Parmaklarımda yemekten tırnak kalmamıştı. Daha 18 dakika vardı. O esnada gördüğüm bir sahne hayatım boyunca hafızamdan silinmeyecekti. Topla hızlı hareket eden Fransız futbolcu Battiston’a ,Alman kaleci Schumacher öyle bir vurdu ki-hala o harekette kasıt ararım- Battiston resmen yerle bir oldu. O görüntüde, tüylerim diken diken olmuştu. Takım arkadaşları oraya koştu, Battiston hareketsiz yatıyordu. Ambulans ile dışarı çıkartıldı. Birkaç dişinin yanı sıra, çenesi de kırılmıştı. Hakem, Schumacher’e kart bile göstermemişti. Schumacher, hiçbir şey olmamış gibi eldivenlerini üzerinde temizliyordu. Maç, bence o noktada döndü. Schumacher kadar gözükara olmayan Fransız kaleci Ettori, hata üzerine hata yapıyordu. Bu sefer Klaus Fischer, Fransız kaleciyi avladı. Durum 3-3 olmuştu. Tek kelime ile yıkılmıştım. İçimden bir parça gitmişti sanki, belki de aklım Battiston’daydı. Son düdük ve maç penaltılara kalmıştı. Böylelikle o tarihte koyulmuş olan kuralla ilk kez beşer penaltı atışı izleyecektim. Fransa başlamıştı penaltılara Giresse 1-0 ; Kaltz 1-1;Amoros 2-1;Breitner 2-2;Rocheteau 3-2; Stielike kaçırıyordu…Giden maç dönmeye başladı diye düşünmeye başladım. Kıvır kıvır saçları ile, bizim Dündar Siz adıyla tanışacağımız, Didier Six de kaçırıyordu penaltıyı. Littbarski atıyor skor 3-3 ; Kahramanım Platini 4-3; sarı bela Rummenigge 4-4; Ve topa yaklaştığı andan itibaren kaçıracağına inandığım Bossis, beni mahcup etmiyor ve topu Schumacher’e teslim ediyordu. Artık umudum kalmamıştı, Almanlar’da Hrubesch topun başına geçmişti bile, Ettori’nin resmen kurtarmaya hali yok gibiydi. Almanlar maçı penaltılarla 5-4 kazandı.
O gece hüngür hüngür ağladım, bisiklete atladığım gibi evime döndüm. Halit Kıvanç bile yazısında, “Fransızlara çok yazık oldu” diyordu. 1986 yılında yarı finalde iki takım tekrar karşı karşıya geliyor, ve maçı Almanlar 2-0 kazanıyordu. Battiston ise o maçta Schumacher’e hiç yaklaşmadı.
Kahramanım Platini, sanki hislerime tercüman olup konuşmuştu yıllar sonra: “1982 yılındaki Almanya yarı final maçını unutamıyorum. Maçı kaybettik. Ama muhteşem bir sevinçten; trajik bir hüzne uzanan bu tiyatro oyununda başrol oynadım sanki. Bir yaşam boyu duyulacak tüm duyguları, ben 120 dakikalık bir futbol maçında yaşamıştım…”