Julian Baggini, aşağıda anlatılanları David Hume’un bir denemesinden aktarır:
Dhara Gupta, tüm yaşamını Rajatsan Çölü’nde, Jaisaimer yakınlarındaki bir köyde geçirmiş. 1822 Yılında bir gün, akşam yemeğini hazırlarken, dışarıda telaşlı birtakım sesler duymuş. Bir de bakmış ki, ne görsün, kuzeni Mahavir iki yıl önce çıktığı yolculuktan dönmüş. Mahavir sağlıklı görünüyormuş. Yemekte başından geçenleri anlatmaya başlamış.
Öyküsü serüvenlerle doluymuş: Hiç bilmedikleri hayvanlar, yüksek dağlar, engin denizler, çağlayanlar... Oysa Dhara’yı en çok şaşırtan Mahavir’in “buz” diye bir şeyden söz etmesi olmuş. “Öyle soğuk yerlere gittim ki, suyun akışı duruyor ve katı, şeffaf bir kütle oluşuyordu” demiş Mahavir. “Daha da tuhaf olanı, sıvının yoğunlaştığı ara bir konum olmamasıydı. Akan su, katılaşmış olandan sadece biraz daha sıcaktı.”
Dhara herkesin önünde kuzenine karşı çıkmak istememiş, ama ona hiç inanmamış. Mahavir’in söylediği kendi deneyimleri ile çelişiyormuş. Daha önce de bazı gezginler ateş püskürten ejderhalardan bahsettiğinde yine inanmamıştı. Buzla ilgili bu saçmalığa da inanacak değilmiş. Haklı olarak böyle bir şeye kanmayacak kadar zeki olduğunu düşünüyormuş.
Olayın geçtiği tarihe baktığımızda, günümüzden nerdeyse iki yüz yıl öncesini gösteriyor. Tüm yaşamını bir çölün sınırlı alanında geçiren, iletişim kaynaklarından yoksun, Dhara gibi bir insan için kendi çevresi dışındaki olaylar, onun algılama yetisini aşacağından anlayamaması çok doğaldır. Ne denli zeki olsa da, o yaşına değin kazandığı deneyim, bilgi ve birikimler, anlatılanlara inanmasını engelliyor.
Son yüzyıldaki bilimsel ve teknolojik gelişmeleri göz önüne aldığımızda, olanaksız sözcüğünü daha özenli kullanmak gerektiğini biliyoruz. Özellikle Jules Verne romanları ile büyümüş bizim kuşağın, olağanüstü serüvenlerle beslenmiş, o günlerde düşsel diye nitelendirdiğimiz olay ve buluşların, son on yıllarda nasıl birer birer gerçekleştiğini hep birlikte yaşadık, yaşıyoruz. Kitle iletişim araçlarının son hızla gelişmesi ve yaygınlaşmasıyla, birçoğumuz için ulaşılması olanaksız yerler, yeryüzünün her yöresinde gelişen olaylar, yeni buluşlar tüm ayrıntılarıyla bizlere sunuluyor. İnternet aracılığıyla da, her an, her türlü bilgiye ulaşabiliyoruz. Bu işin bir yönü...
Bir başka yönü ise...
Gelişen bilim, teknik ve olanaklarla, gerçek olmayan bir olay, gerçekmiş gibi gösterilebiliyor, bu sunulanlara inanabiliyoruz.
Aklımızın sınırlarını zorlayan olaylara, doğaüstü güçlere, dilden dile dolaşan söylencelere, ne denli karşı olduğumuzu söylesek de inanmaktan geri kalmıyoruz.
Şunu söylemek istiyorum:
Her ne kadar aklımızın ve bilimsel verilerin ışığında düşünebiliyor ve doğruyu bulmada kendimize güveniyorsak da, güçsüz kaldığımız noktalarda inanç etmeni her zaman öne çıkıyor.
İnandığımız sürece de, kuşkularımızdan sıyrılıyor, mutlu oluyoruz.