Son zamanlarda okuduğum en güzel kitaplardan biri “Son Ada”. Günlük yaşamın stresinden, iş hayatından, hava kirliliğinden v.s bıkmış olan kırk aile, okyanusun ötesinde bir cennet adaya yerleşir. Berrak denizin mavi suları, tahta iskele, mutlu insanlar, çevrede tatlı bir sessizlik. Çıkan tek ses adanın bir bölümünde kendi hallerinde yaşayan martıların sesi.
Kitap bu dingin atmosferde başlayıp, allegorilerle devam ediyor. Oysa, geçtiğimiz hafta edebiyata düşkün, kalabalık bir topluluk “Son Ada”nın yazarı Zülfü Livaneli’yi sukunetle değil, coşkulu bir tempoyla “Hey Özgürlük” şarkısını söyleyerek karşıladı.
Edebiyatla başlayıp, müzik, siyaset, ve dünya barışına varıncaya kadar çeşitli konuların tartışıldığı günde açılış konuşmasını yapan Tamara Pur: “Livaneli müziğin evrenselliğini gösterdi. Sınırları aşıp farklı coğrafyaları aynı gökyüzü altında buluşturdu.” dedi. Livaneli olağanüstü bir beden diliyle, kitapları ve ezgileriyle hep çağımızın ötesinde oldu. Hey Özgürlük!
* * *
Pazar günü Çağlayan ve Kazlıçeşme’de gerçekleşen mitingler dolayısıyla birçok güzergah trafiğe kapatıldı. Miting alanları partililerle dolup taşarken, o sabah yola çıkmak isteyen vatandaşlar temkinli davranıp, gitmek istedikleri yere ulaşmak için vaktinden önce çıktılar. O vatandaşlardan biri de bendim. Saat onbirde bir davette olmam gerekiyordu. Normal şartlarda onbuçukta çıkmam yeterliydi. Arkadaşların önerisiyle ona çeyrek kala sokak kapısının önünde hazır ve nazırdım. Tabii o saatte hazır olmam için saat sekizde uyanmam gerekti. Doğrusu bir tatil günü için gözlerimi biraz daha dinlendirebilirdim. Sonuçta yola çıktık. Aynı “Rüzgar gibi geçti” misali varacağımız yere çok daha erken gittik. Çoğu kişi benzer önlemler almış olmalı ki, yollar bomboştu. Boşuna dememişler “erken kalkan yol alır”.
Pazar günü saat birde olan programım altı hafta öncesinden belliydi zaten. Mutad Büyük Hendek ziyareti. Bir gece önce gökten boşalırcasına yağan yağmur, o gün yerini güneşli bir havaya bırakmıştı. İbadethaneden içeri girerken gelini gördüm. Elinde sarı turuncu güllerden oluşan bir çiçek demeti vardı. Kış yerini birden bahara bıraktı. Seren her zamanki doğal gülümsemesiyle etrafa ışık yayıyordu. Telaş yoktu. En azından bize yansımadı. Gelinden önce ellerinde sarı turuncu minik buketler tutan küçük gelinlerle küçük damatlar adeta baharın gelişinin simgesiydiler. Oldukça kalabalık olan davetli sayısı düşünüldüğünde, çoğu kez sıkıntılı anlar yaşanan tebriklerin bu kez yapılmayışı, kanımca alınan kararların en akıllıcasıydı. Seren ve İzzet Asael’in yaşamlarının gelin buketindeki gibi renkli ve ahenkli olmasını diliyorum.
* * *
Bu hafta Şalom’dan birçok renkli sima geçti. Yazarlar, müzik adamları, siyasiler ve gazeteciler. Hürriyet Gazetesi yazarı Gila Benmayor konuklarımızdandı. Basının “amiral gemisi” olarak adlandırılan Hürriyet’te yirmiyedi yılını tamamlamıştı Benmayor. Deneyimlerden ve sohbetten sonra gazetemizin özeleştirisini yapmasını istedik. İyi de oldu. Köşe yazılarının bir gazetede çok önemli bir konu olmadığını vurgulayan yazar: “Dış basını inceleyin, köşe yazarlarının sayısı kısıtlıdır” görüşünü dile getirdi. Kara mizah gibi geldi bu yorum. Zira bir gün öncesinde aramızda köşe yazıları konusunda farklı görüşler belirtmiştik. Gila Benmayor’u bir kere daha takdir ettim. Bugünkü konumuna çok çalışarak geldiği kesin. Kadın erkek haklarının eşitliğine hiç bir zaman inanmadım. Tahminim Gila’nın bugünkü şartlarına ulaşması için, bir erkekten çok daha fazla çalışmış olduğudur.
Hey Özgürlük!