Hayatımın en heyecanlı günlerinden biri, arkadaşımın köpeğinin yavruları olan dokuz tane küçük, hafif tombik labrador yavrusundan birini seçip evime götürdüğüm gündü. Büyük bir koli içinde duran dokuz yavru köpek de birbirinden şirin ve kıpır kıpırdı. Sahipleneceğim yavruyu seçerken tek kriterim erkek bir yavru seçmekti. Hem tek başıma, doğum yapacak bir köpekle ilgilenecek gücüm olmadığından, hem de evimde yaşayan ve yıllarca hayatımı paylaşacak bu sevgi dolu köpeğe âşık olacağımı bildiğimden, erkek olmasını istedim. Nitekim öyle de oldu, âşık oldum.
Köpeklerin hepsini teker teker kucağıma aldım. İçlerinden bir tanesi vardı ki, beni öpücüklere boğdu. Köpek dilinde öpücük, yalamak demek. Bazılarınızın okurken “ıyyy” dediğini duyar gibiyim, fakat köpek sahipleri bunun ne kadar sevgi dolu bir davranış olduğunu anlayacaktır. Yanımdan ayrılmayan bu köpek, bütün yavruların en şişmanı ve en çirkiniydi. Hatta burnunda tüylerden oluşan bir çizgi bile vardı. Yani aralarındaki tek “defolu” köpekti. Fakat ben kararımı vermiştim bile, benim köpeğim oydu ve Coco’yla beraber önce veterinere, sonra da eve doğru yola koyulduk.
Hafta sonunda, keyifle geçen bir Cumartesi gününün ardından aylardır beklediğim Marley ve Ben adlı filme gittim. Film, yeni evli ve ikisi de gazeteci olan Jenny ve John Grogan çiftinin, kendi ailelerini genişletmeden evvel Marley adlı labrador yavrusunu sahiplenmesiyle başlıyordu. “Dünyanın en kötü köpeği” olarak adlandırılan Marley’nin yaptığı onca yaramazlık ve itaatsizliğe rağmen, ailenin ne kadar önemli bir ferdi haline geldiği ve çocuklarla genişleyen ailede tüm aileyle iletişimi çok gerçekçi bir mizaçta anlatılmış. Marley’nin yavru köpekten, erişkin bir köpeğe geçişi bana Coco’yu hatırlattı. Evden çıktığımda intikam almak için koltuk minderlerini yemesi, sandalyelerin tahta bacaklarını kemirmesi ve “yürüyen mide” olarak adlandırılan labradorların acıklı bakışlarıyla durmadan yemek peşinde olması, filmde de Marley tarafından çok gerçekçi yansıtılmıştı. Filmden ağlamaktan gözlerim şişmiş bir şekilde çıktım. Büyük bir sinema salonunda köpek sahiplerini hemen seçtim. Köpek sevgisini ve “acı“yı anlayabilenleri…
***
Güldürürken düşündürmek…
Cem Yılmaz’ın da stand up şovlarında dalga geçtiği, beni çileden çıkaran bir kavram. Ekonomik krizin hüküm sürdüğü, evliliklerin bir çırpıda bittiği, hoşgörünün azalıp, tartışmaların büyüdüğü bir devirde o kadar temel bir ihtiyaç ki gülmek.
Geçtiğimiz hafta günü yaklaşık on senedir kaçırmadan izlediğim Dostluk Yurdu Derneği’nin yeni Moiz oyununa gittim. Moiz Hayata Şükret, benim gözümde artık amatör olmayan oyuncuların büyük bir özveriyle çalışıp sahnelediği çok iç açıcı bir oyun. İki saatliğine bütün dertlerimi unutup kahkahalarla güldüm. Bir salon dolusu insanı bu kadar güldürebildiği için Moiz Hayata Şükret ekibine teşekkür etmek gerek. Jojo Eskenazi ve Fani Bonofiyel, yılların getirdiği ustalıkla, artık gerçekten Moiz ve Kleretmiş gibi dakikalarca keyif dolu bir oyun sergilediler. Tecrübeli yardımcı oyuncuların ve Şirley Tavaşi gibi kadroya yeni alınanların da hakkını vermek gerek. Rahatlıkları ve ustalıkları bu oyunu çok keyifli bir seyir haline getirdi.
Yalnız bir sahne vardı ki…
Bir kahkaha fırtınasının ortasında üç dakikalık, gereksiz, üzücü dramatik bir olay. Güldürürken düşündürmek tuzağına düşen, insanın keyfini kaçıran bir sahne. Kusursuz bir oyunun havasını, üç dakikalığına bozabilen bir sahne.
Bazen insan gülerken düşünmek istemiyor. Sadece gülmek, düşünmeden gülmek.
Bol gülücüklü bir hafta dileğiyle…