Tam 90 yıl önce, 1919'un bugünlerinde. Berlin yakınlarındaki Landwehr nehrinde dövülerek öldürülmüş Yahudi bir kadının cesedi bulunmuştu. Kimdi bu kadın? Neden öldürülmüştü?
Ait olduğu toplumun kaç bin yıldır kutladığı özgürlük bayramı günlerinde, özgürlüğü uğruna katledilen çıtı pıtı bir Polonyalı Yahudi kadının trajedisini yazar yakın tarih.
Tam 90 yıl önce bugünlerde Berlin yakınlarındaki Landwehr kanalında bir kadın cesedi bulunur. Zamanın öncül faşistleri, cesedi tanıdıktan sonra zafer naraları atarak bir de anısına şarkı bestelerler, “Es schwimmt eine leiche im Landwehrkanal” - “Landwehr kanalında bir ceset yüzüyor” diye. Anlaşılmaz birşey yoktu. Onu öldürenler ve katillerin fikirdaşları sosyalist bir yahudinin ölümünü bayrama çeviriyorlar ve Berlin sokaklarında bu şarkı eşliğinde özgürlük peşinde koşan başkalarına da göz dağı veriyorlardı. Bir kadını vahşice öldürüp cesedini nehire atacak kadar gaddarlaşan katiller neden korkmuşlardı bu Polonyalı’dan? Bir tek kadın, ne zarar verebilirdi katillerin koca dünyasına? Cesedi aylar sonra bulunan Polonyalı Yahudi kadın öldürülmesinden az önce aslında yenildiğini de itiraf etmişti. “Benim dünya tarihinin girdabına yanlışlıkla düştüğüme ve gerçekte kaz gütmek için doğduğuma inanacak birilerini bulmalıydım” demişti. Kapitalizmden nefret ediyordu. Bu sistemin insanı köleleştirdiğini, insanlar arasında, insanda adalet duygusunu yok edecek denli büyük dengesizlikler yarattığına inanıyordu. Sosyalizmin peşinden gitmişti. Lakin bu konuda bile sosyalist arkadaşlarından, hatta, çağdaşı Lenin’den bile farklı düşünüyordu. Onu, o yapan da buydu işte. Hiç bir fikre körü körüne inanmıyordu. Doğrunun peşinden gitmek ve yanlışları çekinmeden haykırmak gerektiğine inanıyordu. Katledilişinden sonra arkadaşı Paul Levi tarafından bulunan ve Rus Devrimi’ni eleştiren makalesinde şu meşhur sözü her şeyi açıklıyordu nitekim: “Freiheit ist immer nur Freiheit des Andersdenkenden” - “Özgürlük her zaman sadece farklı düşünenlerindir.” İlginçtir, kendisine bugün komünistler sahip çıkarken, bu sözü, Doğu Almanya’nın komünist rejiminin yıkıldığı günlerde liberaller tarafından en önemli slogan olarak kullanılıyordu. Karl Marx’ın Das Kapital’inin bir İncil olmadığını, bu kitabı sadece doğrulara ulaşmak için yararlanılabilecek bir eser olarak görmüştü Polonyalı kadın. Dolayısıyla ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabildi. * * * Rosa Luxemburg sadece 49 yıl yaşadı. Tüm yaşamı boyunca erkekler arasında bir kadın, antisemitler içinde de bir Yahudi olarak yaşadı. Her şeyi sorguladığı için genelde yalnız kaldı. Polonya’da doğdu. 18 yaşında, hem sosyalist görüşlerinin hem de Yahudi olmasının doğurduğu ‘rahatsızlıklar’dan dolayı anne-babasını terkederek İsviçre’ye göç etti. Marksizmin merkezinde sosyalizmin kendisine özgü teorisini geliştirdi. Büyük aşklar, tutkulu yoldaşlıklar yaşadı. Hayatını acımasızca sorguladı. Canı gibi sevdiği yoldaş sevgilisine tutkuyla bebek sahibi olmak istediğini bile söylemişti: “Küçük, küçücük bir bebeğe sahip olamayacak mıyım ben? Hiç mi? Allah aşkına bırak yaşamaya başlayalım sevgilim, ne olur yaşayalım artık!”.. İşte tam bir hayat sorgulayacısıdır, Rosa. İnsanın geriye bakmadan hızla koşarken “acaba doğru yönde mi koşuyorum”u sorgulayan gerçek bir doğru, dürüst bir dünya insanıdır o. Yaşamaya başlayamadı hiç. Zira dünyadaki adaletsizlikler hep siyasete ve giderek devrim yoluna sokar Rosa’yı. İsviçre’den Almanya’ya geçer. Alman İmparatoru’nu eleştirince kodesi boylar. Aftan yararlanıp çıkar ama bu kez yaklaşmakta olan Büyük Dünya Savaşı’na karşı mitingler düzenler, barış davasının öncüsü olur Almanya’da. Lakin savaşın bitimine değin hücrede geçirir yıllarını. Savaş biter, özgürlüğüne kavuşur. Kurulan Alman Komünist Partisi’nin programına karşı çıktığında, “kutsal inekleri’ rahatsız eder. Lenin’in sosyalizminin parti diktatörlüğüne yol açacağını, halkın devrime katılamayacağını öngörür. Tarih onu haklı çıkarır nitekim. ‘İnsan iki ucundan yanan bir mum gibi olmalı’ demişti birgün. Ama söndürürler onu hemen 1919’da. Bir gece yarısı ansızın faşistler döverek öldürürler Rosa Luxemburg’u. Katledilmeden birgün önce ‘vardım, varım, varolacağım’ diye bağırmıştı. Sanki tüm umutsuzluğa, tüm kötümserliğe karşın özgürlüğün ve doğrunun arayışının hep varolacağını mı kastetmişti? Dünya görüşü ne olursa olsun, küçümen Rosa, ruhumuzun karanlıklarına ışık tuttu, tutuyor, tutacak da...