Amerikan toplumunun yeni Başkan Obama’dan beklentisi ülkenin kırılan dengelerini düzeltmesi, ekonomiyi raya sokması ve siyaseti yeniden yapılandırması. Dünya ise ABD’nin nasıl bir dış politika izleyeceğini merak ediyor.
Amerikan toplumunun yeni Başkan Obama’dan beklentisi ülkenin kırılan dengelerini düzeltmesi, ekonomiyi raya sokması ve siyaseti yeniden yapılandırması. Dünya ise ABD’nin nasıl bir dış politika izleyeceğini merak ediyor. Bu alanda Bush’un bıraktığı enkazı kaldırmak kolay değil. Belki mümkün de değil. Afganistan-Pakistan ikilisinde istikrarı kurmak, Irak’tan iç savaşın önünü açmadan çıkmak, İran’la tarihsel bir uzlaşmaya varmak gündemin en önde gelen maddeleri. Bunun yanısıra kısa vadede en önemli öncelik değilse bile Ortadoğu’da İsrail-Filistin ve İsrail-Suriye barışlarını sağlamak.
Ortadoğu’daki tabloya tarihsel bir perspektiften baktığımda ABD ile İsrail arasındaki özel ilişkinin artık eskisi gibi sürdürülemeyeceğini görüyorum. Bunun sebebi yalnızca İsrail’in parçalanmış ve gerçekçilikten uzak militarize olmuş siyaseti değil. Kabul etmek gerekir ki dünyanın herhangi bir başka demokratik ülkesinde Avigdor Lieberman’ın siciline sahip bir dışişleri bakanı göreve gelmiş olsa kıyamet kopardı, adam aforoz edilir, onu o göreve getiren hükümet uluslararası alanda tecrit edilirdi. Sanırım henüz ne İsrail toplumu ne de onun özellikle ABD’deki destekçileri bu hükümetin olumsuz anlamlarını tam sindirmiş değiller. Gazze saldırısının siyasi anlamını kavrayamadıkları gibi.
Ancak bunun ötesinde de yapısal nedenlerle ABD-İsrail ilişkileri bundan sonra 1967 Savaşı’ndan sonraki denklem üzerinde yürüyemez bence. Bush gibi İsrail’e koşulsuz destek vermiş bir Başkan’ın bile Olmert’e İran’a saldırı konusunda set çekmesi, daha yeni Amerikan başkan yardımcısı Biden ile Savunma Bakanı Gates’in bu konuda sert bir söylemle kırmızı kart göstermeleri önemli göstergeler.
Buradan ABD’nin İsrail ile çok özel ilişkisini sürdürmeyeceğini, bu devletin varlığını korumak için elinden geleni yapmayacağını söylemek istemiyorum. Gerçi iki devletli çözümün artık ne ölçüde geçerli olduğu hakkında kafamda yeterince soru işareti var ama hâlâ en uygun yol budur gibi duruyor. Kastettiğim başka bir şey.
1967 yılına kadar ABD İsrail’i korudu ancak Tel Aviv ile özel bir stratejik ilişki kurmadı. 6 Gün Savaşı bu bağlamda bir dönüm noktasıydı. Bu savaşla İsrail ABD’ye dönerek, “benden başka stratejik müttefike ihtiyacın yok” mesajını verebildi. Ardından gelen Nixon doktrini bu rolü perçinledi. Nixon doktrinine göre Körfez bölgesinden çekilen İngiltere’nin bıraktığı boşluğu Suudi Arabistan ve İran (özellikle de İran) doldurarak güvenliği sağlayacaklardı. İsrail buradaki sessiz ortaktı. ABD’den bu ülkeye giden askeri yardımların miktarına bakınca durumu apaçık görürsünüz zaten. Tabii doğrudur 1970’li yıllara gelindiğinde İsrail lobisinin iyice palazlanmış olması da bunda bir rol oynar ama kanımca asıl önemli adım bu stratejik hesaptır.
1979’daki İran devrimi Tahran’ı devreden çıkarınca İsrail’in stratejik müttefik olarak kıymeti iyice artar. Özellikle Mısır ile imzalanan barış antlaşmasının ardından güney cephesi kapanan İsrail’in barıştan uzak politikaları bu kıymet yüzünden engellenmez ya da cezasız kalır. Carter döneminde uluslararası hukuka aykırı olduğu ilan edilen yerleşimler Reagan döneminde meşru bulunur, oğul Bush döneminde neredeyse hak diye görülür.
Kanımca bu denklem Irak Savaşı fiyaskosuyla bozuldu. Gazze, Filistinlileri sürekli cezalandırma politikasının kalan meşruiyetini de eritti. İslam dünyasıyla ilişkilerin giderek daha önem kazandığı bir dönemde de İsrail’in her aklına eseni yapmasının maliyeti ABD açısından da kabul edilemeyecek düzeye yükseldi. Filistin tarafının düzgün siyaset üretememesi, halen bir iç savaşın yaşanıyor olması, Hamas’ın terör eylemlerinin genelde tasvip görmemesi bu yeni çerçeveyi değiştirmiyor.
Tüm bu nedenlerle Obama’nın ısrarla iki devletli çözüme vurgu yapması, özel temsilci olarak George Mitchel’i seçmesi, Hamas’ı dışlamakla birlikte bir şekilde bu örgütün de sürece dâhil edilmesi gerektiğini hissettirmesi bir yaklaşım değişikliğine işaret ediyor. Suriye ile barış konusunda da bölge istikrarı kaygısı ön planda. Aynı zamanda pek çok konuda ABD’nin bir mutabakata varması gereken İran’ı en önemli Arap müttefikinden mahrum bırakma ve bu şekilde bir nebze zayıflatma kaygısı da ön plana çıkıyor.
Sonuçta İran elindeki kartları yanlış oynayabilir. Obama’nın açılımlarına cevap vermeyebilir. Tahran’a karşı sert yaptırımlar ve hatta bir harekât kaçınılmazlaşabilir. Ama o noktaya varıncaya kadar İsrail ABD politikalarının belirlenmesinde etkili olamayacaktır. Amerikan kamuoyunu yanına alması da zorlaşacaktır.
Aslında bu yeni koşulların Tel Aviv’de çok köklü bir yeni değerlendirmeye yol açması gerekir ama bugünkü yapısıyla ne o toplum ne de o siyaset böyle bir adımı atabilir gözükmüyor. Militarizm ve yayılmacı bir ideoloji, ikinci intifada ardından barış kampının prestij kaybetmesi ve Filistinlilerle asla barış yapılamayacağı inancının toplumda yerleşmesi alternatif arayışları kilitliyor. Yetersiz sayılsa bile Arap Birliği’nin Abdullah Planı ile yaptığı açılıma cevap dahi vermiyor.
Hâlbuki İsrail soğuk savaşın bitmesinden sonra kendisine küresel ekonomi içinde vazgeçilmez sayılabilecek bir yer edinmişti. Buna yaslanan bir politika uygulayabilse varoluşsal kaygılarını da yok edebilirdi. Sonuçta 1990lardan önce ilişkisi bile bulunmayan Çin ve Hindistan’la artan ekonomik bağları var. Rusya ve Sovyetler’den kopan ülkelerle ilişkileri gayet yakın. Yüksek teknolojideki başarıları ve Batılı güçler kadar Doğu’nun yükselen güçlerinin, hatta Körfez Araplarının da kendisindeki know-how’ya ihtiyaç duymaları önemini arttırıyor. Varlığını uluslararası sistemin tümü açısından sakınılır hale getiriyor.
Türkiye ile olan ilişkiler de bence bu bağlamda çok önemli. İsrail Devleti’nin kurulmasından beri Tel Aviv, Ankara ile yakın olmayı istedi. Uzun süre mahcup flörtler gibi gizli kapaklı giden, inişler çıkışlar yaşayan beraberlik Oslo Anlaşması’ndan sonra bir ihtiras patlamasıyla vitrine çıkıverdi. Her iki taraf açısından da önemli bir stratejik açılımdı 1996 anlaşmaları. İşbirliğinin zayıf tarafı hep Filistinlilerin kaderi oldu ve Gazze saldırısı sırasında da tüm cerahatiyle bu sivilce patladı. Bunca yoğun bir kamuoyu düşmanlığına rağmen devletlerarası ilişkilerin kopmaması karşılıklı çıkarların yoğunluğunu gösteriyor. Bunlar askeri bağlantılarla da sınırlı değil bence. Geçen Temmuz ayında imzalanan boru hatları anlaşmaları Yeni Delhi-Tel Aviv-Ankara arasında kurulabilecek bir stratejik eksenin haberini veriyordu. Şimon Peres’in ekonomilerin entegre olduğu bir Ortadoğu hayali bugünkü Türkiye dış politikasının bölgeyi ekonomik fırsatlar alanı olarak değerlendirmek isteyen yaklaşımıyla çakışıyor.
Son tahlilde ABD’nin de bu ilişkinin önemini bilerek Davos’tan sonra, ya da Davos’a rağmen Obama ziyaretine karar verdiğini sanıyorum. Başkan’ın konuşması da Türkiye’nin Ortadoğu’da bir rolü olabileceğine değindi. ABD bu yılın sonlarında ya da gelecek yılın başlarında Ortadoğu barışına daha yoğun olarak eğilmeye başladığında bu rolün ne olabileceği de netleşecektir.
Bu arada Türkiye’de yerel seçimlerin ardından çalkantılı bir siyasi dönem başlar ve İsrail’de barışa en uzak bir hükümet kurulmuşken Ankara-Tel Aviv ilişkilerinin rota sapmasına uğramadan sürüp sürmeyeceğini de göreceğiz.