Holokost’u anma günlerinde Holokost’u hâlâ inkâr edenleri gördüğümde midem bulanıyor. Ama söz verdim kendime. Yenilmek yok. Kurbanları anmak hayatımın amaçlarından biri olacak, yazı yazdığım müddetçe. İşte size, vicdanına yenilen bir Holokost kurtulanı ünlü şairin kısa ama sert öyküsü. Kahrolmak istemeyen okumasın lütfen.
Albert Camus, felsefenin en önde eğilmesi gereken konunun, intihar olduğunu söylemişti, kazaen genç yaşta ölmeden az önceleri.
Theodor Adorno, “Auschwitz’den sonra artık şiir yazılamaz” dediğinde yoksa “İnsanoğlu Auschwitz’den sonra nasıl yaşayabilir”i mi sorgulamıştı?
Toplama ve ölüm kamplarında yaşanılanlardan sonra hayatın normale dönmesi, kültürün, edebiyatın, şiirin yani yaşamın kendisinin hiçbirşey olmamışçasına tekrar başlaması Adorno’ya zor gelmişti.
1940’larda Avrupa’nın orta yerinde yaşanılan, tarihte eşi görülmemiş zulmün üstüne sünger çekilmesine isyan ediyor, geçmişin inkârının veya unutulmasının, kurbanların hatırasına en büyük saygısızlık olduğunu haykırıyordu.
Paul Celan ise Adorno’ya inat, Auschwitz’den sonra şiir yazmıştı. Hem de kendisinin tutsak olduğu ölüm kamplarının birinde tanıklıklarını birebir yazarak meydan okumuştu Adorno’ya.
Lakin Adorno haklı çıkmıştı son tahlilde.
Paul Celan, kimi Holokost kurtulanı edebiyatçılar gibi çok sonra intihar etmişti.
Demek ki yazmamalıydı. Sünger çekmeliydi yaşadıklarına. Lakin böylesi bir geçmiş, vicdanlarda nasıl unutulabilirdi?
“Akşam vakitlerinde içmekteyiz sabahın / kapkara sütünü / ve öğlenlerle sabahlarda bir de geceleri / hiç durmaksızın içmekteyiz / bir mezar kazıyoruz havada rahat yatılıyor / Bir adam oturuyor evde yılanlarla oynayıp yazı yazan / hava karardığında Almanya’da senin altın saçlarını yazıyor Margarete / bunu yazıp evin önüne çıkıyor ve yıldızlar / parlıyor / köpeklerini çağırıyor ıslıkla / sonra Yahudilerini çağırıyor ıslıkla / toprakta bir mezar kazdırıyor / bize buyruk veriyor haydi bakalım şimdi dansa…
Adam bağırıyor daha derin kazın toprağı siz ötekiler / şarkı söyleyip dans edin / tutup palaskasındaki demiri savuruyor havada gözlerimin / rengi mavi / sizler daha derine sokun kürekleri ötekiler / devam edin / çalmaya ve dansa…”
Paul Celan, 22 yaşında düştüğü ölüm kampında yaşadığı 18 ayı “Ölüm Fügü” – ‘Todesfuge’ adlı ölümsüz şiirinde böyle özetliyordu. Naziler akşam karanlığında Yahudi esirlere, kafalarına bir kurşun sıkıp öldürmeden önce kendi mezarlarını kazdırırken diğer Yahudilere de keman çaldırtıyorlardı, ölüm çukurlarının etrafında.
Adorno’ya inat, Celan gördüklerini aynen şiire döktüğünde henüz savaş yeni bitmişti. Kendisi şansıyla hayatta kalabilmişti. Anne, babasının öldüğünü öğrendiğinde çektiği vicdan azabı intihar edene kadar peşini bırakmayacaktı. Belki de vicdan azabı intiharının baş nedeni olacaktı. Naziler geldiğinde beraberce kaçmayı önermiş ama ikna edememişti. O kaçarken anne babasını bekleyen son, sürpriz yapmamıştı nitekim.
“Ve katlanabiliyor musun anne / bir zamanlar / okuduğun o zarif Almanca acı dolu kafiyelere” dizeleri annesi için ağıt olacaktı.
Paris’e yerleşir Celan. Fransız edebiyatı ve şiir evreninde ünlenir 1950’lerden sonra. Ünlü bir artistle evlenir.
Ama, babası eski bir Nazi subayı olan ünlü Avusturyalı şair İngeborg Bachmann’a da aşık olur. Kadın da ona delicesine tutulur. Celan’ın Holokost vicdan yarasını her daim taşıdığı zor karakteri Bachmann’ı çıldırtır. “Seni seviyorum ama seni sevmek de istemiyorum” der, geçenlerde gün ışığına çıkan bir mektubunda.
Eşi, Gisele de Lestrange bu ilişkiyi bilmesine rağmen Celan’ı, terketmez. Eşi ve sevgilisi arasında kalan şairi, en sonunda, “seni hayatımdan daha çok seviyorum” diyen sevgilisi bırakır. Zira Celan eşini ve oğlunu terk etmek istememiştir son kararında…
“Sesleniyor daha tatlı çalın ölümü çünkü o / Almanya’dan / gelen bir ustadır / sesleniyor daha boğuk çalın kemanları sonra / sizler / duman olup yükseliyorsunuz göğe / sonra bir mezarınız oluyor bulutlarda rahat yatılıyor…”
Paul Celan, 1948’de, Ölüm Fügü’nde bahsettiği mezarlardan, 1970’de bu kez kendisi için hazırlar.
“Kimseler indirmesin bu yelkeni / ben yolcuyum / giderek”, der ve puslu bir Paris gecesinde Seine nehrine atar kendini.
Sıkıntıları biter. Annesine kavuşur muhtemelen. Eşi, oğlu ve sevgilisi beraberce ağlarlar yitik ozanın peşinden. Cebinden çıkan not sadece iki kelimeydi:
“Göç, Paul”.
İnsanlık zaten göçmüştü ondan çok önce.
Not: Edebiyat dünyasında II. Dünya Savaşı sonrası en ünlü şairlerden biri olarak kabul edilen Paul Celan’ın asıl adı Paul Ancel’dir. (An-cel, Cel-an) İ.M.