Bazen bir melodi alır sizi uzaklara götürür… Geçmişte herhangi bir tarihe, ya da değişik bir kara parçasına taşır… İçiniz bir hoş olur, gözleriniz bulutlanır, boğazınıza bir şeylerin düğümlendiğini hisseder, anlam veremezsiniz duygusallığınızın nedenine…
Bazen bir manzara karşısında, içinizi hüzün ile karışık bir duygu kaplar… Buna özlem mi demek gerekir, yoksa bir şeyleri geride bırakmış olmanın ağırlığı mıdır, kestirmek kolay değil.
Bir koku, yitip giden bir değerlinizi anımsatır… Onunla geçirdiklerinizi hatırlar, dudaklarınıza gülümseme ile ağlama arası bir şey yerleşir. Anısına sarılır bir süre ona takılı yaşarsınız.
Bir tür hesaplaşmadır kuşkusuz, bu… “Neredeydim, nerelere geldim?”, “Kimdim, kim oldum?” şeklinde başlayan ve kişiyi ister istemez yaşantısının bir muhasebesi ile baş başa bırakan, kısa süreli bir gel git…
Yaşam, parmakların arasından akıp giden su misali hızlı bir koşturma adeta... İnsanın, gündelik yuvarlanması sırasında düşünmeye, içindeki sesi dinlemeye vakti yok. Kişisizleşmiş, acımasızlıkla yoğrulmuş kent hayatı içinde, soluklanmak, sırtını bir yere yaslayıp boşluğa şöyle bir bakmak ve kısa bir oh çekmek, lüks olmuş uzun bir zamandır.
Aramızdan kaç kişi, soluk almaya çalıştığımız atmosfere hâkim telaşın nedenini biliyor, ona anlam verebiliyor? Kaç kişi bu koşturmaya ara verip kendi iç sesi ile barışmak için “pause” düğmesine basabiliyor? Belki de bu, çoğumuzda olmayan bir cesaret gerektiriyordur, kim bilir?
Aynaya bakmak bir erdemdir. O, ne bir fazla, ne de bir eksik, tüm yalınlığı ile insanı kendisi ile baş başa bırakır. Acımasızdır, iç acıtır, kuşkusuz! Kendine bakarken gördüklerinden ders çıkartabilenler iz bırakırlar. Ona sırt çevirenler ise anlamsız koşuşturmalarına devam ederler… Bu toplumlar için de böyledir.
Sevgi, anlayış, uyum… Birbirini dinleme… Değer verme… Paylaşma… Saygı… Güven.
Yoksa bunlar, filanca melodiyi dinlediğimizde veya falanca koku ile karşılaştığımızda, bir tokat gibi yüzümüze inen, çok uzaklardan göz kırparcasına kendini bize hatırlatan ve yüreğimizde bir bıçak darbesi kadar acımasız yara açan, hayatın, yabancılaşmaya başladığımız tatları mı? Yoksa bu tatlar maziden kalan naif anılar mı sadece?
Uzun zamandır, köşemden, önemli ve vazgeçilmez saydığım nedenlerden dolayı uzak kaldım. Bu süre içinde, gazete sütunları, televizyon ekranları, şiddete bulanmış onlarca habere tanıklık etti: Kıskançlık yüzünden birbirinin hayatlarına kasteden insanlar; ahbap çavuş ilişkileri çerçevesinde, “yaptım oldu” mantığı ile oluşan gecekonduların yıkımı esnasında yaşanan ve savaşı aratmayan görüntüler; çarpık kentleşmenin gereği olsa gerek, günün hemen her saatinde, şurada ya da burada yaşanan itiş kakış; töre cinayetleri, inatla takip edilen ve hunharca öldürülen genç kızlar, sönen hayatlar… Cinsel tacizler, kendinden olmayana saldırılar…Ve…Mardin katliamı… Yazık!
Oysa bize henüz ilkokul sıralarındayken öğretilen, Türk toplumunun birbirine sevgi ile bağlı olduğu, aile yapısının içinde saygının ne denli önemli olduğu idi… “Büyüklerimize saygı, küçüklerimizi sevgi” her pazartesi sabahı derse girmeden coşku ile tekrar ettiğimiz ant değil miydi?
İşte geçmişten karşımıza çıkan değişik bir tat!
Biz “doğru” idik!
Biz “çalışkan” idik!
Peki, ne oldu?
Liberal ekonomiyi cangıla döndürdük, demokrasiyi tam da algılayamadık… Liyakate prim vermedik… Eşimizi dostumuzu kolladık… Ülkeyi düşüneceğimize önce kendimizi düşündük, “hemşoculuk” yaptık. Almayı, vermeden önde tuttuk. Toplumsal dengeleri alt üst etmek pahasına, ne yazık ki farkına bile varmadan yaptık bunları.
Ve bulunduğumuz yerde, bir varmış bir yokmuş noktasına geldik…