Wimbledon tek erkekler finalini izledim. Ilk setlerin 2-2 bitmesi ile final seti oynanmaya başladı. Grand Slamler’de kazanmak için final setinde bir oyuncunun diğerine iki oyun üstünlük sağlaması gerekir. 30 oyun sonunda ancak o beklenen üstünlük sağlandı ve Federer 16-14 gibi rekor bir skorla (normal bir sette altı olan kazanır) kolunda kalan son enerji kırıntısını kullanarak altın kupayı kaldırdı. Roddick’in yıpranmış ruhunun bütün sene kafasında bu maçı evirip çevireceğine ve sonrasında pek çok göz yaşı dökeceğine eminim. Bir sporcunun gözünde parlayan tek bir damla yaş bile bence dünyadaki en ‘gerçek’ hayalkırıklığı simgesidir. Bir sporcuya ne iş yapıyorsun diye sorsalar ‘sporcu sayılırım’ demez. ‘Peki, iyi misin’ diye sorsalar ‘Ben öyle olduğumu sanıyorum’ diyemez. Sporcu bütün varlığını kazanmaya odaklamış, varını yoğunu bütün enerjisini başarıya kilitlemiş yapıdaki insandır. Fakat sadece bir kişi ipi göğüsler ve başarısı kayıtlara alınır. Birincinin yarım saniye gerisinden gelen veya beş saat süren maçın sonunda sadece gümüş tepsiyle poz veren kişi yıllarca süren disiplinli çalışmanın karşılığını o an için alamamış olur. ‘Olsun, katıldım denedim zaten asıl önemli olan katılmaktır’ diyebilir mi? Diyemez, hayal kırıklığını dolu dolu yaşar.
Biz ne yapıyoruz?
Başarıyı da yenilgiyi de tesadüfi göstermeye çalışıyoruz. Başarısız olunca ‘bir hiç’olarak kendimizi tarif etmemek için, ortalama sonuçlara razı oluyoruz. Çok çalıştım, çok istedim ama olmadı yerine, şansım yaver gitmedi demeyi tercih ediyoruz. Başarısızlıklar hezimet gibi görünmesin diye çabalarımızı ört bas ediyoruz. Hatta cidden de az çabalıyoruz. Kazanırsak çok iyi hissedeceğiz, kaybedersek yıkılmayacağız.
Çalışmanın sonucu başarısızlıkla sonuçlanırsa bu bir yenilgi olmayacak. Önemli olan denemekti deyip gülüp geçilecek.
Başkalarının başarılarını da kafamızda rasyonalize edeceğiz bu şekilde. Içimizdeki hırslar aslında görünenden daha büyük. Herkes hayattaki sınavlara aslında kazanmaya çıkıyor. Ama sadece bazıları kazanıyor. Öğrenci seçme sınavlarında bile : tıpatıp aynı bilgilere maruz kalan pek çok öğrenci arasında başarıya odaklı olanlar biraz daha iyi yapıyor. Kapasitesi doğrultusunda yetersiz yapan ise kendini koruyabilmek için hep savunma mekanizmaları geliştiriyor. Iki çeşit insan var: Kapasitesini sonuna kadar kullanıp sonuçlarını kabullenenler ile kapasitesini değerlendirme altına alacak bile cesareti olmayanlar. Birinci grup bütün yumurtalarını aynı sepete koyarak başarıya odaklı olarak hayatta sınavlara giriyor. Kazanınca doğal karşılıyor, kaybedince hayal kırıklığını dolu dolu yaşıyor. Tavla oynarken bile kendini kazanmaya odaklıyor. Ikinci grup insan ise olayı hep şansa bağlamak için kıvranıyor. Gazi Koşusu’nda derece yapmak için bütün yıl çalışan bir jokey, 2.30 yerine 2.32’de bitirince zaten önemli olan katılmaktı diyebilir mi? Veliefendi’ye bir gün arkadaşlarımla at yarışlarını izlemeye gitmiştim. Ortam beni çok heyecanlandırdı. Gişeye gidip kupon doldurmaya karar verdim. Aklımca bir sıralama yapıp uzatırken yaşlıca bir bey göz ucuyla bakıp olmamış dercesine kafasını salladı. ‘Ben sadece eğlencesine doldurdum’ dedim. O ise bana güzel bir hayat dersi verdi: ‘Olsun, kazanmak kaybetmekten iyidir’
Ee, ben ne diyorum yani şimdi? ‘Hırs yapın, rakiplere diş bileyin, kendinize hayatı zindan edin’ gibi bir şey diyorum sanıyorsanız kesinlikle anlatamamışım. Demek istediğim şu: kazanmakla kaybetmek arasında bir fark var. İstesek de istemesek de var. İnsan elini taşın altına koyacak, o heyecanı yaşayacak. Başarı gelince kendinden emin gülümseyecek. Gelmeyince de, başaranı küçümsememeyi bilecek. Çünkü sadece gerçekten tüm varlığını ortaya koyanlar başarının değerini takdir eder...