Vladi BENBANASTE
Geçtiğimiz sonbahar, adadan indiğimiz gün yazmıştım bu yazıyı. Ancak o dönemde henüz gazetede yazmıyordum. Aslında üzerinden zaman geçmiş olmasına rağmen ‘okunabilitesinden’ bir şey kaybetmediğini fark ettim. Bu yüzden sizlerle de paylaşmak istedim. Zaten çoğunuzun katıldığı, paylaştığı bir olaydan bahsediyor, hafızalarınızda kolayca “o günü” canlandırabileceksiniz. Haydi bakalım Eylül 2008’deyiz... “Yazmasam olmazdı”
Puslu bir sonbahar sabahı Burgaz Ada’da uyanıp, iyi niyet maksimumda bir eda ile “olsun ben adayı yağmurda da severim” şeklinde evi toplamaya başladık. Normal, rutin ve her eve gerek “taşınma günü” stresimizi yaşadıktan sonra çocuklarımızın ‘bırakmadığı’, aslında canlarım çocuklarımın; her şeylerini topladıkları odalarını ve “benim hiç bir şeyim kalmada ki adada!” adını verdikleri eşyalarını toparlayarak, neredeyse bir denk kadar olan malzemeyi valize tıkıştırdık.
Abimle birlikte hüzünlü bakışlarla bu yaz için adaya veda ettik. Bu arada eşimin çok ısrarla istediği! ve çocuklarımızın “ biz bakmayız, karışmayız, sen bakarsın” şeklinde alınmasını reddettikleri t-mon (köpeğimiz) de yanımızdaydı. Anlayabileceğiniz üzere köpeğimizin de göç içerisinde ayrı bir “ önemi “ var. Ne de olsa çocuklar önceden söylemişti... Tüm sorumluluk ve bakım “ eşimde “ olacaktı. Nitekim öyle de oldu... Çocuklar bu konularda çok ciddidirler, söylediklerine inanmak gerek...
Neyse tıklım tıkış bir vapurda , t-mon’da minik kulübesinde rahat rahat uyurken Kabataş’a vardık. Valizlerimizin üzerindeki yığının kalkmasını bekledik ve bulduğumuz bir taksi yardımı ile eve vardık. Burada da canlarımın tes-tertipli bıraktıkları evi çarçabuk bir toparladık. Adada ‘unutmadıkları!’ ama bizlerin toparladığı eşyaları odalarına yerleştirdik ve ilgilenmeyeceklerini söyledikleri t-monumuzu “ ihtiyaç” molasına çıkarttık. Ve şükür, kendime ayıracak bir zaman dilimine kavuştuğumu zannettim ki; eşlerin en iyisi, dünyalar tatlısı karım, “imza gününe gidiyoruz” deyiverdi. “Honk.... O da ne?”, oluverdim... Günlerden pazar, hem de öğleden sonra, daha hiç uyuklayayamamışım, neredeyse akşam olacak... Sonra da sabah ve uyanacağız. Bu ne... Kâbus mu? Şaka mı? Tüm şirinliğimle “gitmesek?" dedim... O da tüm şirinliği ile “İyi o zaman yarım saate çıkarız” dedi...
Nişantaşı’nda park etmek dert. Hani diyorum arabamı almasam mı? Taksiler malum; genelde bıçkın delikanlı sendromu ile araba kullandıklarından ve hızlı gidip son anda durmaları hafif içimizi kaldırdığından, eşimin “ şoför bey acelemiz yok daha yavaş gidebilirciyiz” serzenişini en fazla 15 saniye uygulayabiliyorlar. İkinci söylemede ise sıkıntıdan sigara eşliğinde “damar FM “ den bir parça açtıkları ve bu damar şarkılar “ bize hiç uymadığı için “ radyoyu kapatabilir misiniz lütfen? isteğimize ikinci bir sigara hamlesi ile cevap verdiklerinden, yapılacak çok bir şey kalmıyor. Ya sigaralı, müziksiz ve az hızlı bir arabada gideceksin, ya da hızlı, müzikli ve sigarasızda! Paramla rezil olmak bu olsa gerek; iyisi mi arabamla giderim.
Malum pazar günü yollar boş , yine de erken çıkalım, neme lazım... Park yeri ararken garson kılıklı birisi geldi yanımıza, “ park? “ dedi. “Evet” dedim. Tipimi uygun bulmuş olacak ki şööööle yolun kenarını gösterdi. Ben de, ne şanslıyız diye düşünürken daha ben sormadan, ( şaşkın bakışlara alışmış olacak ki ) “20 TL standart ücretimiz bu” dedi... “Vale “ imiş... Neyse taksiden kar ettiğimiz parayı, bu adama kaptırdım... Çünkü değerli dostumuz sınırlı sayıda imza atar, biter filan, neme lazım... Geç kalıyoruz...
Sonuçta imzamızı alabildik ama biraz maceralı oldu bu iş... Sıcak gelişmeler... Az sonra... Bir dahaki yazıda buluşmak üzere...