Başkalarının hayatı ile beslenmek, çok derin bir arıza bana kalırsa. Bakıyorum etrafıma, kendi hayatında tatminleri bulmuş olanlar başkalarının hayatlarına daha az burunlarını sokuyorlar. Ancak daha sık karşılaştığım tavır, kendi eksiklerini kendine bile itiraf etmekten çekinen insanların küçük manevralarla başkalarının keyifle başladıkları yolculukları karalama çabası.
Çocuk yaşlarda bile karşı konulamayan bir dürtüdür başkalarının hayatına burun kıvırma hakkı. Hatırlıyorum 13 yaşında henüz popülerlikten nasibini alamamış bir çocukken, bir kız arkadaşım sevinç içinde bir partiye davet aldığını söylediği an, hemen çocuksu bir küçümseme ile arkadaşımın sevincini kursağında bırakmıştım. Kendi hayatımda benzer bir memnunluk yaşıyor olsaydım sanırım arkadaşımın bu sevincini daha rahat paylaşırdım.
Başkalarının hayatı ile beslenmek, çok derin bir arıza bana kalırsa. Bakıyorum etrafıma, kendi hayatında tatminleri bulmuş olanlar başkalarının hayatlarına daha az burunlarını sokuyorlar. Ancak daha sık karşılaştığım tavır, kendi eksiklerini kendine bile itiraf etmekten çekinen insanların küçük manevralarla başkalarının keyifle başladıkları yolculukları karalama çabası. Yeter ki o mutluluk yanlarına kâr kalmasın. Ufak da olsa bir iç sızısı olsun ki, tam mutluluk yaşanmasın.
Ve bu karalama mutlaka ‘prensipler’ öne sürülerek besleniyor. Sanki prensipler herkesi yargılama hakkını doğuruyor. Mutluluğu kendi merkezinde bulmayı öğrenmiş insanlar, her ne kadar aykırı da bulsa başkalarının hayatını eleştirmiyor, sorgulamıyor, kendine konu etmiyor. Kendi hayatı olmayanlar ise başkalarını gözetliyor. İçerde sevgi bulamayanlar dışarıdaki sevgileri de küçümsüyor. Bir film vardı, 1984 yılında Doğu Berlin’de geçiyordu: Das Leben der Anderen (Başkalarının Hayatı). Gizli polis ajanı olan Wiesler’e sanatçı bir çifti gözetleme görevi verilir. Zaman içinde, gözetlediği çifte o kadar büyük bir sevgi ve yakınlık beslemeye başlar ki, raporlarını kısa ve detaysız tutmaya başlar. Hatta yatak odalarındaki dinleme cihazlarını sökerek onlara hakları olan mahremiyeti geri verir. Dikizlemek ve hükümde bulunmak, çifti tanıdıkça ona zor gelmeye başlamıştır. Kendi hayatının anlamsızlığının farkına varmış ve onu daha anlamlı kılmak için çaba göstermeye başlamıştır.
Sadece hüzünlerimizi ve endişelerimizi paylaşır olduk. ‘Kötü gün dostu’ derler bir insanın iyi meziyetlerini sayarken. İyi gün dostu olmak çok daha büyük meziyet bana kalırsa. ‘Senin adına çok sevindim ‘ diyebilen insanlara büyük saygı ve sevgi duyuyorum... Burun kıvırma hakkını sorumsuzca kullananlar benim için değerli olan sevinçlere çamur sıvasın istemiyorum. Pek çok ‘doğru’ arasından cımbızla bir ‘yanlış’ bulup yüzüme çarpılsın istemiyorum. Sevildiğimizden emin olduğumuz kişilere bile açılımlarımızı yaparken o tür küçüms
Tamam, belki o küçümseme tavrı kısa bir süre için de olsa kişiyi tek hücreli terliksi canlı gibi hissetmekten çıkarıp tatminli hale getirecek ancak t
Ne zaman Fenerbahçe Galatasaray’ı yense hemen başlarım ‘sizin 20 küsur senedir Türkiye kupanız yok, alın öyle konuşalım’ demeye. O anki başarıyı tebrik etmek cidden zor gelir ne yalan söyleyeyim. Bu basit örnekten yola çıkarak yazıda anlatmaya çalıştığım her şeyi düşünün. Bunu hepimiz yapıyoruz... Ve hatta toplu yazışma ortamlarında yaparak iyice sesimizi duyuruyoruz. Bu tutumun en köküne inip nedenlerini fark edebilirsek, belki başkalarının hayatlarını rahat bırakabiliriz…