Geçen hafta Türkiye’nin çok yüklü ve dinamik gündemi açısından bile sıradışı yoğunlukta gelişmelerle geçti. Zürih’te Ermenistan ve Türkiye Dışişleri Bakanları arasında, dramatik bir akşamın sonunda iki protokolün imzalanması, Suriye ile ilişkilerde on yıl önce tahayyül dahi edilemeyecek bir yakınlaşmayı simgeleyen ziyaret, Başbakan Erdoğan’ın Bağdat ziyareti ve bunların arka planında İsrail ile giderek tırmanan kriz, dünyanın da projektörlerini Türkiye’ye çevirdi.
Hiç kuşku yok ki Türkiye dış politikası hayli uzun süren ve derinden giden bir hazırlık döneminin ardından yeni bir dünyanın şartlarına uygun açılımlar yapıyor. Uzun süren diyorum zira bu yeni yaklaşımların ilk tohumlarını Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığı dönemindeki çabalarında görmek mümkün. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte Türkiye’nin paradigma değiştirmesi gerektiğine inanan Özal o dönemde hem seçkinlerin hem de kamuoyunun sert muhalefetiyle karşılaşmıştı.
Yönetici seçkinlerin muhalefeti büyük ölçüde yeni bir dış politika anlayışının içerideki güç paylaşımında, demokrasi anlayışında ve iktidar yapılanmasında değişiklik gerektirmesinden kaynaklanıyordu. Bir de yeniliklere açılmanın risklerini göze alamamaktan.
Kamuoyunu bu dirence ortak etmeyi sağlayan ise PKK ile mücadelenin içeride bir korku iklimini, dışa kapalı/dışarıyla kavgalı ruh halini pekiştirmesiydi. Zaten bu ortamın yaratılması da seçkinlerin direnme stratejisinin bir parçasıydı.
1990’ların sonlarına doğru ülkenin üzerine çöken bu karanlık yavaş yavaş açılırken daha farklı bir dış politika anlayışının üzerinde yükselebileceği şartlar da oluşuyordu. İsmail Cem’in dışişleri bakanlığı zamanında Türkiye’nin çevresiyle özellikle de Ortadoğu ile ilişkilerinde yeni bir anlayışı benimsemesi gerekliliği sıkça dile getirilmişti. Pratikte de İran ile ideolojik savaş söylemi yerini daha yumuşak bir ilişkiye bırakmış, Suriye ile ilişkiler Adana Anlaşması’ndan sonra hızla yakınlaşmıştı.
Bunların yapılabilmesini sağlayan şartlar da hem içte hem dışta oluşuyordu aslında. Özellikle 11 Eylül’ün ardından Türkiye hem coğrafi konumu hem de toplumsal/siyasal nitelikleriyle ABD stratejisi açısından ayrıcalıklı bir konuma gelmişti.
Bu da Ankara’ya bölgesel güç olma arzusunda daha fazla manevra alanı açan bir durum yarattı. Türkiye kapitalizmi eskiye göre daha fazla palazlanmış, toplumdaki dünyanın gidişine ayak uydurma arzusu güçlenmişti. AB üyelik süreci iktidar yapısının yeniden şekillenmesini kolaylaştırmıştı.
AKP 2002 seçimlerinde iktidara geldiğinde bu yeni yaklaşımı daha ileri götürecek bir zihniyet kalıbına ve iradesine sahipti. 1 Mart tezkeresinin reddi, ABD ile ilişkilerde yarattığı derin krize karşılık Türkiye’nin manevra alanını daha da genişletti.
Irak Savaşı’nın ABD açısından tam bir stratejik fiyaskoya dönüşmesi ise dönemin Başbakan danışmanı, şimdinin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun tezlerinin ve bölgesel dış politika ilkelerinin uygulanabilmesi için gerekli şartları yarattı.
Olaylara bu açıdan bakınca Türkiye’nin bugünkü açılımlarının mantığını anlamak kolaylaşır. Bu açılımları ABD’nin zoruyla yaptığı iddialarını da gene aynı nedenle kulak ardı etmek gerekir. Ankara ile Washington’un kendi ulusal çıkarlarına uygun politikalar izleyerek uyum içinde hareket ettikleri bir dönemdeyiz. ABD’nin Türkiye’ye siyaset dayattığı bir dönemde değil.
Bush yönetiminin son döneminde şekillenmeye başlayan yeni Amerikan yaklaşımı Obama döneminde netleşiyor ve daha yakın, karmaşık bir işbirliğinin de inşa edilmesi kolaylaşıyor.
Irak Savaşı, yapılış gerekçeleri ne olursa olsun Ortadoğu’daki statükoyu köklü şekilde sarstı. Yeni bir bölgesel düzen kurulması, bölgenin dünya sistemine ekonomik ve siyasi olarak entegrasyonu neredeyse şart haline geldi.
Böyle bakıldığında Türkiye’nin kendi çevresinde bir istikrar ve barış alanı yaratma çabaları, buna yönelik siyasetleri, bölgeyi dünya sistemine entegre etmek isteyen ABD’nin işine geliyor. Bugünkü şartlarda da bu işi Türkiye’den daha iyi yapabilecek bir aktör yok.
İsrail ile Türkiye arasındaki son itiş kakışları da bu açıdan değerlendirmek gerekir. Pek çok bakımdan bugünün İsrail’i 1990’ların Türkiye’sini andırıyor. İç politikasındaki kilitlenme ve bugünkü hükümetinin ideolojik katılığı İsrail’in yeni bölge dengelerini doğru değerlendirmesini engelliyor.
Türkiye bölgeye 21. yüzyıl parametreleriyle yapıcı bir vizyon sunma iddiasında. İflas etmiş bir Arap sisteminin boşluğunu da doldurarak, projesini hem bölgenin devletler sistemine hem de halklarına sunuyor. Yani İsrail ile Türkiye arasındaki tartışma yalnızca iç politika saikleri ile söylemin dozunun kötü ayarlanmasından kaynaklanmıyor. T
1990’ların ortalarında yalnız kalmış bir Türkiye’nin İsrail ile kurduğu ilişki bu yalnızlığını kırmasını sağlamıştı. Bir bakıma daha sonraki bölgesel açılımların yapılmasını sağlayan zemini de hazırlamıştı. Türkiye ile bölge ülkeleri arasındaki ilişkiler yumuşadıkça bunun İsrail ile ilişkileri görecelileştirmesi de kaçınılmazdı.
2006 Lübnan ve 2008-9 Gazze savaşlarının yarattığı tepki Tel Aviv’i dünyada yalnızlaştırıyor. Bu durumda bile yerleşim bölgelerinin yaygınlaşmasını durdurmak gibi basit bir adımı İsrail atmıyor, bu konuda Washington ile inatlaşıyor. ABD açısından son kırk yıldır sahip olduğu merkezi stratejik önemi yeni şartlarda yitiren İsrail, dış siyasetini değiştireceğine kemikleştiriyor.
İsrail ile sert bir tartışmanın yaşandığı haftanın sonunda ABD Başkanı Obama’nın Başbakan Erdoğan’ı Washington’a davet etmesi kimin pozisyonunun bugünkü Amerikan yönetimince daha yapıcı ve arzulanır bulunduğunu ortaya koyuyor.
Kısacası yapısal unsurlar Türkiye’yi hem Ortadoğu’ya davet ediyor hem de bölgenin kendi çıkarlarına uygun bir nizama kavuşması için imkânlar sunuyor. Ankara’nın önündeki en büyük tehlike ise iç politika kaygılarıyla süreci iyi yönetememesi olur.
Kötü yönetimin önemli bir göstergesi İsrail söz konusu olduğunda popülizme teslim olmaktır. İsrail’in politikalarına muhalefet, İsrail düşmanlığına ve antisemitizme prim veren bir söylemin yaygınlaşmasına zemin oluşturmamalıdır. ABD ile bugüne kadarki en yakın ve eşit düzeyli ilişki zemini yakalanmışken içeride Amerikan düşmanlığını azaltmak için de çaba göstermek gerekir.
Aksi halde popülizmin şehveti büyük projenin ayağına da dolanabilir.
1958 yılında İzmir’de doğan Soli Özel, 1975 yılında Robert Kolej’den mezun oldu, 1980 yılında Bennington College’da, Ekonomi lisansını, 1983 yılında ise Johns Hopkins Üniversitesi’nde, Uluslararası İlişkiler masterını tamamladı. Bilgi Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan Özel, 1 Mart 2009’dan bu yana Gazete Habertürk’ün Dış Haberler müdürlüğü görevini yürütmektedir.