Geçtiğimiz hafta iki günlüğüne Bombay’daydım, yeni adıyla Mumbai’da. İnsan hiç iki günlüğüne Hindistan’a gider mi demeyin... Geçtiğimiz yıl, bir sempozyuma katılmak üzere dünyanın ta öbür ucuna, Yeni Zelanda’nın Wellington kentine gitmiştim. Toplam 72 saat süren rekor uçak yolculuğum, Wellington’da kalış süremi aşmıştı. Ama benim gibi doğuştan seyyahlar, yeni yerler görmek adına her şeyi göze alır.
Mumbai benim için yeni bir yer değil. Hindistan’a gitmişliğim var. Hatta geçtiğimiz yıl sonundaki terör olaylarından hemen bir ay sonra Mumbai’deydim. O tarihte şaşkınlık hüküm sürüyordu kentte. Gerekli gereksiz kontrol noktaları kurulmuş, ne aradığını bilemeyen güvenlikçiler olur olmaz yerlerde insanları durdurup sorguluyorlardı. Ama biz “beyaz adamlar” ayrıcalıklıydık yine de. Yerliler durdurulup tepeden tırnağa aranırken, biz beyazlar elimizi kolumuzu sallayarak her yere rahatlıkla girip çıkabiliyorduk. Oysa ki baskını gerçekleştirenlerin beyaz tenli oldukları - hatta aralarında bir sarışının bulunduğu – belirtilmişti.
Kanlı baskından en fazla nasibini alan Tac Mahal ve Oberoi otellerine girip gezebilmiş, ama altı Yahudi rehinenin katledildiği Neriman Evi’ne girmek mümkün olamamıştı. Rehinelerin başarısız kurtarma operasyonu esnasında öldürüldükleri, hatta kurtarıcılarının kaza kurşunlarına kurban gittiklerini söyleniyordu. Mumbai sokaklarında devriye gezinen güvenlik görevlilerine baktıkça, insan bu teoriye inanmadan edemiyordu. Teröre kurban giden genç Holtzberg çiftinin iki yaşındaki küçük oğulları Moşe’yi kurtaran Hintli dadı ise o tarihlerde kahraman ilan edilmişti. Dadının ülkesini terk ederek, küçük Moşe’ye bakmak üzere İsrail’e taşındığı da gururla anlatılanlar arasındaydı.
Olayların üzerinden henüz bir yıl geçmemişken tüm yaraların sarılmış olduğunu görmek güzel. Güvenlik görevlilerinin daha bilinçli olduklarını da söyl
Mumbai ilginç bir kent. Kalabalık ve çok gürültülü. Ama kimsenin acelesi yok. Sürücüler hiç durmaksızın kornaya basıyor ama bunu aceleleri olduğu için değil, spor olsun diye yapıyorlar... Hani Fransızlar Paris için, “Ne güzel olurdu Paris Parisliler olmasa” derler ya, kanımca Mumbai tam aksine, Hintliler olmasa pek bir şeye benzemezdi. Mumbai’nin büyüsünü yapan o kararsız sakin kalabalığı, keşmekeşi...
UÇAKTA BAŞI ÖRTÜLÜ ERKEKLER
Türk Hava Yolları işini biliyor: Her seferinde uçak dolu. Yolcuların çoğuysa İstanbul havalimanını transit kullanan yabancılar. Erkeklerin çoğunun kafalarında sarık ya da kepi var. Sarıklıları anlamak mümkün, onlar Hintli. Peki ya kepililer? Onlar da Hindistan’la iş yapan İsrailliler. Sayıları o kadar çok ki, sarıksız her yolcu potansiyel İsrailli...
Gidişte başıma dikilen İsrailli de beni öyle sanmış olmalı ki, ısrarla elindeki yer numarasını sallıyor ve yandaki koltuğu göstererek İbranice bir şeyler anlatmaya çabalıyordu. Yüz ifadesinden yanlış koltukta oturduğumu sandım. Numarama bakınca rahatladım ve İngilizce bu koltuk benim dedim. Adam İbranice konuşmadığımı anlayınca şaşırdı, “Oh, really?” dedi İngilizce. Yanımda oturan kişinin arkadaşıymış, benimle yer değiştirmek istermiş. Batıl itikat sayılmasa da bazı takıntılara sahibimdir. Aslında kaza anında koridorun sağındakiler telef olur da solundakiler sağ kalır diye bir istatistik okumuşluğum yok. Yok, ama oturduğum koltuğun uğuruna inanırım. Fener gol yiyince koltuğumu değiştirir, attığında ise maç sonuna kadar yerimde mıhlanırım. Adamın tarzını da pek kibar bulmadığımdan “No” dedim.
Ne ki, çok geçmeden ilk golü yedim: Altı saatlik uçuş süresince bu iki kafadar sıkı bir sohbete niyetliydi. Aradaki varlığım bu muhabbete mani değildi. Uslu uslu yerimi terk ettim. Teşekkür beklemiyordum ama alaycı tondaki ince ‘toda’ sesi beynimde yankılandı. Çok geçmeden yer değiştirmenin de fayda etmediğini anladım. İki kafadarın heyecanlı sohbetine ön koltukta oturan bir üçüncüsü katıldı ve uyumak hayal oldu. Tek tesellim, inişte Fener’in Cimbom’a üç gol attığını öğrenmek oldu. Dönüşte de aynı koltuğu istedim...
VE TRENLER...
Mumbai’de çok yorucu bir gün beni bekliyordu. Hintli iki dostumla birlikte Surat kentine gitmeliydim. Hintliler haklı olarak raylı ulaşım sistemleriyle övünürler. Gerçekten de, Japonya haricinde hiçbir ülkede böyle düzenli çalışan demiryolu işletmesi görmedim. İstasyonlar tıkış tıkış, vagonlar salkım saçak insanla doludur ama trenler birbiri ardına inanılmaz bir dakiklik içerisinde istasyona varır. Surat’a arabayla 4-5 saatte gidilirken, trenle bu süre 2 saate iniyor. Konfor ve ikram deseniz o da mevcut. On dolarlık bir yolculuk biletiyle, çay-kahve, komple yemek servisi ve gazete ücretsiz... Dışarıdaki bütün patırtıya, kargaşaya karşın kompartımanlarda inanılmaz bir intizam ve sükûnet hüküm sürüyor. “Bu sistem size İngilizlerden mi miras?” diye sordum dostlarıma. İkisi birden itiraz etti: “Yok, asıl biz onlara öğretiyoruz: Her yıl İngiliz demiryollarında çalışacak çaylakları buraya staja yollarlar.”
Yer tükendi, yazı bitmedi... On beş gün sonra tekrar buluşuncaya dek, her tür grip virüsünden uzak durun lütfen.