Güzel konuşmalar kadar iyi konuşmacılar hepimizin ilgisini çeker. Kuşku yok ki, bu da ayrı bir sanat! Öğretmenler, din adamları, siyasetçiler, televizyon programı yapanlar, mesleklerinin gereği olarak kendilerini bu konuda geliştirmek zorundadırlar. Dilin tüm olanaklarından yararlanarak, dinleyicilerini avuçlarının içinde tutan bu insanlar, bu yetenekleriyle, çevrelerinde olağan üstü bir güç yaratabiliyorlar. Karşısındaki insanları seçtikleri sözcükler ve beden dilleriyle etkilerken, istedikleri anda onları bir duygu selinde boğabiliyor ya da yoğunlaştıkları konularda düşündürtebiliyorlar.
Kuşkusuz, güzel konuşan bu insanların nasıl söyledikleri kadar, ne söyledikleri de çok önemli! Kimi zaman tüm birikim ve yeteneklerine karşın, kullandıkları yanlış bir sözcüğün, ya bilinç dışı söylenmiş ve amacını aşmış olmasından ya da yanlış anlaşılmasından dolayı bu insanlar da güç durumda kalabiliyorlar.
Ünlü bir düşünüre en zor şeyin ne olduğu sorduklarında, “Söz!” diye yanıtlamış. Nedenini de şöyle açıklamış: “Anlayana da, anlatana da zordur!”
Bu yanıt şaşırtıcı gelse de, düşünelim:
Sözü bu denli zorlu kılan nedir?
Düşünce ve duygularımızı dile getirirken, sözcükleri yanlış ya da doğru kullanmaktan kaynaklanan bir zorluk mu?..
Yazılı veya sözlü anlatımda yanlış anlaşılma mı?..
Söze farklı anlamlar yüklemeden doğan karmaşa mı?..
Bu ve benzer soruların her biri, kendi yanıtını da içinde barındırıyor: Söze egemen olabildiğimiz sürece güçlüyüz! Hem konuşurken sözcüklerin söze dönüşme, hem de dinlerken onları anlama aşamasında…
Yakın ve uzak çevremizle sürekli bir iletişim içerisindeyiz. Yanlış verilen ya da öyle algılanan bir iletinin olası sonuçlarını kestirmek güçtür. İş, dostluk, aile, siyaset ilişkileri kadar, uluslar arası ilişkiler içinde bu farklı algılamaların getirebileceği tinsel ve maddesel zararlar, suya atılan bir taşın oluşturduğu halkalar gibi çoğalarak, onarılması zor yaralar açabiliyor. Küçük tartışmalardan büyük savaşlara kadar, bireyi ve toplumu etkileyen birçok olay, bir sözün yanlış anlatılmış ya da anlaşılmış olmasından kaynaklanmaktadır.
Konfüçyüs’e sormuşlar:
-Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsaydınız, yapacağınız ilk iş ne olurdu?
Ünlü düşünür şöyle yanıtlamış:
-Hiç kuşkusuz dili gözden geçirmekle işe başlardım. Dil düzensiz olursa, sözler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa, yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Görevler gereği gibi yapılamazsa, kültür ve gelenekler bozulur. Kültür ve gelenekler bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilmez. İşte bunun için, hiçbir şey dil kadar önemli değildir.
Başarılı olmamızda, dile göstereceğimiz özenin, önemli bir payı olduğunu düşünüyorum.