David Ojalvo
68 Kuşağı’na dair anlatılanları dinlemek, beni heyecanlandırır. Dünyayı daha iyi bir yer haline getirme ideali, yanlışlara karşı çıkmak, doğrular için mücadele vermek... Düzeni ve gidişatı sorgulamak, tepki göstermek ve entelektüel bir tutku ile yaşamı daha anlamlı kılmak... Daha yaşanılabilir bir ülke, daha güzel bir yarın istemek... 68’liler kadar tarihe damgasını vurmasa da, bir de 78’liler Kuşağı var izlerini takip edebildiğim... O günlerin bir parçası olmak ister miydim? Yaşadığımız son yılları, gerçekleşemeyen idealleri düşündükçe bir an tereddüde düşebilir insan bu soruyu yanıtlarken. Yine de “evet” derim. O günlerin bir parçası olabilmeyi isterdim.
Ben, 80 sonrası doğan bir kuşağın genciyim. Bireylerin politikadan uzak yetiştirildiği, onlu yaşlarındaki gençlerin ideolojilerden soyutlandığı, hatta ideolojilerin korkutucu öğelerle özdeşleştirildiği, tüketimin pompalandığı, maddiyatın ve bencilliğin fazlasıyla ön plana çıkarıldığı... 1990’lılar çok şiddetli bir geçiş dönemi oldu. Birtakım değerler, 2000’e girdiğinizde artık tamamen altüst olmuştu. Geride bıraktığımız on yılda tüketimin sınırları zorlanmaya devam edildi. Karamsar bir tablo çizmek istemiyorum; ama bazen bugünün nasıl var olabildiğine, nasıl yaşamaya devam ettiğimize şaşırıp kalıyorum. Belki de yanılıyorum. Belki de hissettiklerimi, düşündüklerimi, önceki kuşaklar yakından tanıyor, biliyorlardır.
2010’a girmemize çok az bir zaman kaldı. Şu andaki kanaatim, gelecek on yılın, geride bıraktığımız on yılın akışını takip edeceği.
Elbette 80 sonrası apolitik dönemin, ideolojik açıdan çırılçıplak gençler yarattığını, yaratmaya devam ettiğini söyleyemem. Bir tüketim çağına karşılık, yüzyıllardır siyasete malzeme olmuş dinin etkisinin yerini kaybettiğini söylemek de mümkün değildir. Aksine, laikliğe karşıt bir biçimde güçlendi. Toplumu bir kez daha kutuplaştırmaya başladığı gibi, birçok alanda ölçüt oldu. Ne var ki, dini malzeme olarak kullanan bir siyasi sistemi “ideoloji” olarak kabul etmek, bana çok sığ, dar ve kapalı görünüyor.
Bugün, birçok kavram da ilk ortaya atıldıkları veya zirvesinde oldukları dönemdeki yerini ve değerini korumuyor. En azından toplumsal alanda bu böyle görünüyor. 90 sonrası birçok değerin aşındığı gibi, aidiyet de zayıfladı, “damgalanma” korkusu belirdi. Belli etiketlere sığınan insanlar türedi, boşluk beraberinde çok farklı bir huzursuzluğu getirdi. Yine sorgulamanın, araştırmanın, akılcılığın önemi kademeli bir biçimde yok edilmeye çalışıldı, çalışılıyor da. Sözünü ettiğim aşırı tüketim çerçevesinde, ortalama insanlar, ortalama değerler yaratılıyor (artık ne kadar “değer” denebilirse). Neyi sevebileceğiniz, tercih edebileceğiniz, düşünebileceğiniz hep bir yönlendirme, bir kuşatma altında. Zaman akıp giderken, bir dönem idealleriyle yanıp tutuşan insanlar, daha da hüsrana uğruyor belki de. Aynı şekilde, az çok olan bitenin farkında olan günümüz gençlerine de bir karamsarlık, umutsuzluk kalıyor. Mücadele edecek enerjiyi bulmak, çok derin madenlerden altın çıkartmaya benzemeye başlıyor.
Bu süreçte sanal bir mutluluktansa, mutsuzluk tercihim olmuştur. Ancak böyle “neden” diye sorabiliyor ve bu yazıda sıraladığım cümleleri kaleme alabiliyorum. Artık “ne yapabiliriz” diye dövünüp de durmuyorum. Gerek yok. Bir süreden beri anladım ki, zaten elden gelenin en iyisini yapıyormuşuz. Yaşamın anlamı, belli değerleri ve prensipleri korumak ve onlar üzerine bir yarını kurabilmek olmuş. Geleceği hayal edip de bir mucizenin gerçekleşmesini beklemek, saflık olur. Ne olabilir peki? Belki bu tüketim çılgınlığının hız kestiğini görmek, yeniden çağdaşlaşma yoluna girmek, “eski”nin değil “insani” değerlerin korunduğunu hissetmek, umudu boş çıkarmayacaktır. Elbette yaşam devam ederken, kanımızı tazeleyen bir nefes almamızı sağlayacaktır...