Bernard Lewis’e göre, Batı toplumları “başarılı yönetimi” zulme karşı özgürlükte ölçtü. Bireylerin toplum içindeki yeri, ve birbirlerine olan konumlarının referansı, “saygı çerçevesinde özgür” davranış oldu.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Atatürk’ü anma etkinlikleri çerçevesinde gazetelere yansıyan konuşmalarından birinde, genç Türkiye’nin hedefi olan “muasır medeniyeti” yorumlarken, batılılaşma ile modernleşme arasındaki farka vurgu yaptı… ( Milliyet 11.11.2009 S.15 )
“Atatürk batılılaşmadan değil, modernleşmeden bahsetmiştir” şeklinde bir tespitte bulundu.
Ortadoğu uzmanı Prof. Bernard Lewis, Ortaçağın başlarında bir uygarlık güneşi gibi doğan İslam’ın, Yakınçağa gelindiğinde hangi nedenlerden dolayı geri kaldığını irdelediği “Hata Neredeydi ?” adlı kitabında (Oğlak Yayıncılık) aynı konuya değiniyor.
Lewis, modernleşme sürecinin gelişimini değerlendirirken, “Matbaa” , “Yabancı dillerin öğrenilmesi ve tercümeler” , “Gazeteler ve haberin yayılması” , “Telgraf ve günceli yakalamak” , “Hukuk, bunun uygulanması ve avukatlar” gibi kilometre taşlarından söz ediyor. Elbette ki bunu zenginleştirmek olası… Lewis’in Sanayi Devrimi sonrasını konu alan değerlendirmelerinin günümüze uzantısı, doğal olarak bu listeyi zenginleştirecek nitelikte.
Ancak modernleşme, bilimsellik olmadan, liyakata değer vermeden, toplumun geleceği ile ilgili politikalar üretmeden, sanki topal kalıyor. İşte burada film kopuyor ve batı alemi ile doğu birbirinden ayrılıyor. Yoksa bugün her yerde, doğuda da batıda da, fabrika bacaları tütüyor, herkes teknolojinin nimetlerinden yararlanıyor veya, telekomünikasyon harikaları ile her an, her yere uzanabiliyor, ve her şeyden – eğri veya doğru – haberdar olabiliyor.
Tabii bir de “farklı olana” saygıyı unutmamak gerek : Örneğin farklı dini inançları olana… Örneğin toplum içinde aykırı olana… Örneğin kadına… Batı toplumlarında kadının emansipasyonu çok geç olmuş olsa da, bugünkü İslam dünyası düşünüldüğünde, kat etmiş olduğu yol, arası kolay kolay kapatılmayacak cinstendir…
Tam da burada soluklanıp, Humeyni’nin İran’ı, Taliban’ın Afganistan’ı ile Atatürk’ün Türkiye’sini düşünmek ve bundan, biraz da övünerek, sonuçlar çıkarmamız gerekir.
Bernard Lewis’e göre, Batı toplumları “başarılı yönetimi” zulme karşı özgürlükte ölçtü. Bireylerin toplum içindeki yeri, ve birbirlerine olan konumlarının referansı, “saygı çerçevesinde özgür” davranış oldu.
Oysa Doğu, özgürlüğü böyle algılamadı… Bunu hukuki bir terim olarak not etti. Siyasi hayata, dolayısı ile gündelik olana indirgeyemedi, topluma gerektiği kadar mal edemedi...
Toplum onu yaşayamadı, yaşar gibi yaptı. Modern oldu, ancak aksak kaldı.
Lewis, kitabında, buradan hareketle bir önermede bulunuyor : “Modern olmak, Batılı olmak değildir” diyor. “Erkekler için batılı giyinmek modernleşmektir, kadına gerekli saygıyı göstermek ise batılılaşmadır”, şeklinde bir örnekle de önermesini destekliyor.
Türkiye, Avrupa Birliği müzakerelerine başladığı tarihten bu yana, bireysel özgürlükler bağlamında birçok uyum yasası çıkardı. Bu yasalar, bireyin bireye, bireyin devlete olan ilişkilerini, “birbirini anlama” esasına oturttu. Ancak bu hayatın kılcalına indi mi diye bakılırsa, başarının belirgin olmadığı sonucuna varmak mümkün. Eş deyişle, emanet duran, özümsenmemiş bir özgürlükten söz etmek durumundayız, ne yazık ki…
Atatürk modernleşmeyi mi, batılılaşmayı mi kastetti ? Sonuç olarak bugünün Türkiye’sinin hangi koşullarda doğup şekillendiğini düşünecek olursak, bunun çok da önemi yok !
Burada atlanmaması gereken, Atatürk’ün, günümüzün aksine, yenilikleri bireye taşımadaki büyük başarısıdır : O, “Ne Mutlu Türküm Diyene” diyerek toplumsal saygıyı, sosyal ve siyasi mutabakatla desteklemiş, dünyayı bekleyen büyük felaketin hemen eşiğinde, ülkesini yeniden yaratmıştır.