Herkes köşe ister. Kimi gazetede köşe yazmak, kimi köşeyi dönmek, kimi köşesinde oturmak, köşe yastığı olmak, kimiyse dört köşe olmak... Bana bir ada verin lütfen. İsmi de ‘Dar Açı’ olsun. Biliyorum, herkes geniş hatta çok geniş bir açıdan bakmak ister ama ben herkes değilim ki... Kimse kusura bakmasın (elimin aldığı şekle dikkat edin lütfen, orada dur der gibi), ben kendi dar açımdan bakarım. Tıpkı yazdığım şiirleri “şiirden anlamayanlara” adadığım gibi.
Neden dar açıdan bakarım peki? Empati yapamaz mıyım? İşin doğrusu, bu sözcük dilimize daha girmeden o kadar çok empati yaptım ki ‘mazo’luğu teğet geçtim, bünyem kaldırmadı ve bütün iç organlarımın revizyona girmesi gerekti. Konulan tanı empati zehirlenmesi olduğundan, artık kullanmıyorum. Ancak alana mani olmam.
Çok sevdiğim bir laf vardır. Herkes gibi. Bakın, bu açıdan herkese benziyorum. “En iyi karşılık, iyi yaşamaktır”. Hemen itiraz etmeyin, yok karşılık değil, en iyi intikam olacak diye: “En iyi intikam, iyi yaşamaktır”. İntikam iyi bir şey değil. İnsanın ruhuna zarar verir. Kimi, “İntikam soğuk yenen bir yemektir” der ve işin tuhafı, ben tavuklu pilavı bile buzdolabından çıktığı gibi yerim ama iyi değil işte. Sizi kıranlara, üzenlere, hırpalayanlara, ruhunuzu acıtanlara vereceğiniz en iyi karşılık, bak, ben iyiyim demek ve o duruşu sergilemektir. “İyiyim” taklidi yapa yapa alışırsınız, doğal haliniz haline gelir.
Yahudileri iki bin yıl boyunca ayakta tutan bu değil midir? Baruh Aşem, biz iyiyiz. A mozotroz ke no moz token... ke moz deşen bivir... (Tanrı’ya şükür, biz iyiyiz. Bize dokunmasınlar da... Bıraksınlar yaşayalım da...) Ne acıklı değil mi? Biz iyiyiz, iyiyiz. Bundandır alaycı oluşumuz. Başta kendi halimize güleriz çünkü. Bundandır bağıra çağıra konuşmamız.. Vurdun ama acımadı, düştüm ama kanamadı, topumu elimden aldın ama üzülmedim... Biz iyiyiz, iyiyiz...
İyiyiz de, o kadar değil yani. Altın yumurtlayan tavuk değiliz. Oturduğumuz yerde normal yumurta bile yumurtlamıyoruz. Erkeklerimiz kahveye gitmez. Evden çıkabilecek gücü varsa, işe gider, çalışır. Çıkamıyorsa hapı yuttu zaten. Kadınlarımız evde oturan erkek sevmez.
Gürültücüyüz tamam ama asıl söylenecekleri söylemeyiz. Sorun yakın tarihi büyüklerimize, bakalım size anlatacaklar mı? Annem daha onlu yaşlarında iken babasının millileştirme sırasında işini nasıl kaybettiğini, kayınbiraderi ile birlikte yirmi sınıf askerlik diyerek evde iki kadın (aman yanlış anlaşılmasın, anneannem ile görümcesi) dört küçük çocuk bırakarak nasıl gittiğini kolay mı anlatır sanıyorsunuz? Ağabeyi okusun, doktor olsun diye liseyi bitiremeden çalışmaya başlamakla övünür mü? Babası Yozgat’ta bitlenince nasıl bit ilacı arayıp, posta ile babasına ilaç gönderdiğini? Babaannesinin öldüğünü babasına mektupla bildirmekten çekindiği için arkadaşı Ali Çavuşa yazdığını ama mektubu yine de babasının okuduğunu? Babasının döneceğini öğrendiklerinde, hemen yıkanabilsin diye daha gelmeden sular kaynatmaya başladıklarını, komşuların da ‘aman ne yapıyorsunuz, cenaze mi karşılayacaksınız?’ diyerek onları uyardığını? Ve daha neler neler. Kırklı yılların sonlarından itibaren doğanların hiçbirine bunları söylemediler, sustular. Neden? Biz etkilenmeyelim, her şey yolunda, biz iyiyiz zannedelim diye. Neyse ki yürekli “bir Rıfat N. Bali” çıktı, yazıyor da öğreniyoruz ve büyüklerimize (Tanrı onlara uzun ve sağlıklı ömürler versin) teyit ettiriyoruz. Ve ekliyorlar a mozotros ke no moz token, ke moz deşen repozo... (Bize dokunmasınlar, rahat bıraksınlar da...) İyiyiz velhasıl.
Ben küçükken (ellili yılların sonlarında yani), büyükbabam ailece gezmeye gitmeden önce babaanneme tembih ederdi, “Sokakta Yahudice konuşmak yok”. O anda gerilmeye başlardım çünkü babaannem nispet yapar gibi (gibisi fazla sanırım) kapıdan çıkar çıkmaz en yüksek sesiyle Yahudice konuşmaya başlardı. Bu yüzden on yedi yaşına kadar ağzımdan Yahudice tek bir kelime çıkmadı. Ta ki, bir gençlik grubuyla yaptığım seyahatte Yahudice zannettiğimin kendi başına bir dil olduğunu ve o dilin, dünyanın bambaşka yerlerinden gelen insanlarla aramda bir köprü kurduğunu fark edinceye kadar.
Yahudi İspanyolcasını araştıranlar, sizden rica ediyorum, bu dili neden yaşatmadığımızı sormayın bize çünkü size İbrahim Tatlıses gibi cevap verenler çıkabilir: “Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik?” Biz konuşmayı çok isterdik ama bırakmadılar, diyebilir miyiz size? “Susun, güzel Türkçemizi bozuyorsunuz” diye azarladıklarını annelerimizi ulu orta, vapurlarda, vesaire? Büyüklerimiz konuşurken utanç duyduk, yer yarılsın içine girelim istedik, valla biz konuşmadık, onlar konuştu demek olur mu? Beş yüz yıl yaşayan bir dil, dünyanın küresel köye dönüştüğü dönem yaklaşırken, isteyerek ölüme terk edilir mi?
İyiyiz işte, iyiyiz. Normal yumurta bile yumurtlayamasak da, iyiyiz.