Ortadoğu sorununun yakın tarih ‘Cemaziyülevvel’i

Daha ilk çağda 1. asırda ortaya çıkan Kan İftirası (Yahudilerin dinsel törenlerde insan kanı kullandıkları iddiası) Ortaçağ boyunca Yahudilerin kitlesel öldürülme ve sürgün edilmeleriyle neticelenmekteyken, ‘modern’ zamanlarda bu olgunun yeni tezahürleri 1840’ta Rodos ve Şam’da ortaya çıkmıştır. Tepki olarak, önce Sultan Abdülmecid (1840) bilahare Sultan Abdülaziz (1866) fermanlar yayınlayıp bu iftiraları yayanları cezalandıracaklarını tebliğ etmişlerdir.

Denis OJALVO Köşe Yazısı
9 Aralık 2009 Çarşamba

Daha ilk çağda 1. asırda ortaya çıkan Kan İftirası (Yahudilerin dinsel törenlerde insan kanı kullandıkları iddiası) Ortaçağ boyunca Yahudilerin kitlesel öldürülme ve sürgün edilmeleriyle neticelenmekteyken, ‘modern’ zamanlarda bu olgunun yeni tezahürleri 1840’ta Rodos ve Şam’da ortaya çıkmıştır. Tepki olarak, önce Sultan Abdülmecid (1840) bilahare Sultan Abdülaziz (1866) fermanlar yayınlayıp bu iftiraları yayanları cezalandıracaklarını tebliğ etmişlerdir. Bu uyarılara rağmen o zaman zarfında imparatorluğun çeşitli şehirlerinde benzer olaylar meydana gelmeye devam etmiştir. ‘Kan İftiralarını’ yapanların Müslüman değil Hıristiyan unsur olduğunun altını özenle çizmek gerekir.
Yakın Doğu’daki kardeşlerinin bu durumuna üzülen başta Fransa olmak üzere Avrupa Yahudileri 1860 yılında Evrensel Yahudi Birliği’ni (Alliance Israélite Universelle) kurmuşlar ve Fas’tan İran’a kadar, Balkanlar ve tüm Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilinde okullar kurup kardeşlerini çağdaş bireyler olarak yetiştirecek kurumları kurmuşlardır. 1869 yılında İngiliz Yahudi hayırseveri Sir Moses Montefiore, Kudüs’ün varoşlarında oraya yerleşmek isteyecek Yahudiler için yeni bir mahalle inşa etti. Gene, Osmanlı Devleti’nin 2 Muharrem 1287 tarihli fermanıyla (4 Nisan 1870) Yafa’da “İsrail’in Ümidi” (Mikveh İsrael) ziraat mektebi kurularak toprağı işleyecek köylülerin ve öncülerin yetişmesi sağlandı. 1880’lerde Rusya’da meydana gelen Yahudi kıyımları (Pogromlar) Filistin’e olan Yahudi göçünün hızlanmasıyla neticelendi.
Siyasi Siyonizmi tetikleyen başlıca olay Fransız ordusunda yüzbaşı olan Yahudi kökenli Alfred Dreyfuss’ün 1894 yılında “Vatana ihanet” iftirasına uğraması neticesinde davayı izleyen ve Yahudilerin yaşadıkları ülke yönetimleri tarafından ayrımcılığa uğramalarını önleyecek tek çarenin milli bir yurt kurmaları olduğu sonucuna varan Viyana’lı gazeteci Theodor Herzl’in 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde Birinci Siyonist Kongresi‘ni toplaması olmuştur. Herzl bu amaçla 1896 ile 1902 arası İstanbul’a beş ziyarette bulunacak ve 19 Mayıs 1901 tarihindeki üçüncü ziyaretinde II.Abdülhamit’in huzuruna çıkacak ancak Filistin’de özerk bir Yahudi oluşumu sağlama girişimleri başarısızlıkla sonuçlanacaktı. Ancak, Abdülhamit Herzl’e önce Mecidiye Nişanı’nın 3. sınıfını, sonra da büyük kordonlusunu takacak, yol ve otel giderlerini karşılayacak ve armağanlar verecekti. (http://www.2023.gen.tr/subat04/7orhan.htm) Herzl’in başarısızlığına rağmen, kurmuş olduğu siyasi hareket Filistin’e olan resmi ve gizli Yahudi göçünün artmasında oldukça başarılı oldu.
Birinci Dünya Savaşı başlayınca, Osmanlı’dan bağımsız olmak isteyen Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali, 14 Temmuz 1915 ile 30 Ocak 1916 tarihleri arasında Mısır’daki İngiliz Yüksek Komiseri McMahon ile yaptığı yazışmalarda, ondan, Filistin ve Lübnan ve Antakya’nın batısı hariç tutulmak üzere, Arabistan topraklarında bir devlet kurma sözü alıyordu. Kendilerine yapılan vaadlerin neticesi olarak Araplar 1916  Haziran’ında 70.000 askerle Osmanlı’ya karşı isyanlarını başlattılar. İsyanlarının başarılı olmasındaki başlıca etkenin Osmanlı ordusundaki 4000 civarında Arap asıllı subayın 1913 yılından itibaren Aziz el Masri‘nin kurduğu gizli El Ahd örgütüne üye olup lider kadrosunun ve üyelerinin birçoğunun İngiliz istihbaratıyla ilişkide olduğunu (Hüsnü Mahli, Türk Libya İlişkileri, Doktora tezi s.16, 1990) var sayabiliriz.
Birinci Dünya Savaşı esnasında Osmanlı İmparatorluğu ile savaşan İngiltere ve Fransa, 16 Mayıs 1916 tarihinde ülkelerinin dışişleri bakanları olan Sykes ve Picot‘nun adlarıyla anılan ve savaştan sonra Osmanlı toprakları üzerindeki etki ve kontrol alanlarının aralarında paylaşılmasını öngören gizli Sykes-Picot Anlaşması’nı imzaladılar. Filistin bağlamında, bu anlaşma tarafların ortak yönetimini öngörüyordu.
Harbin sonlarına doğru Kudüs’ün İngiliz güçlerinin eline düşmesine (11 Aralık 1917) günler kala (2 Kasım 1917) İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Balfour, hükümetinin Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulması konusundaki niyet beyanını İngiliz Yahudi toplumu liderlerinden Baron Rothschild‘e bir mektupla bildirdi.
Birinci Dünya Savaşı’nın Ortadoğu’daki halkların hiç olmazsa bir kısmının kendi kaderlerini tayin hakkını tescil eden ve birçok devletin doğumuna vesile olan bir olgu olduğu konusunda devrin devlet adamları hemfikirdi. O kadar ki, harbin hemen ertesinde kurulan Milletler Cemiyeti (League of Nations), örgüt üyesi olmayan ABD’nin Başkanı Wilson’un konuya ilişkin 14 Prensip’inden ilham alarak icraatını şekillendirecekti.
3 Ocak 1919 tarihinde Haşimi sülalesinden Mekke Şerifi Hüseyin’in oğlu ve Basra Körfezi’nden Akdeniz’e kadar bir bölgeyi kapsaması düşünülen Arap devletinin başı olmak isteyen Faysal ile Siyonist hareket’in başkanı Weizmann, dinî azınlıkların ibadet yerleri ve hürriyetleri korunmak şartıyla Filistin’de bir Yahudi Devleti’nin kurulması konusunda mutabakata vardılar. Anlaşmada  biri Arap Devleti diğeri ise Filistin (Yahudiler kastediliyor) olarak iki varlıktan ve Balfur Deklarasyonu olarak bilinen İngiliz Hükümeti’nin 2 Kasım 1917 tarihli deklarasyonundan bahsedilmekteydi. (http://domino.un.org/unispal.nsf/9a798adbf322aff38525617b006d88d7/5bff833964edb9bf85256ced00673d1f?OpenDocument&Highlight=2,faisal)
Harbi neticelendiren 28 Haziran 1919 tarihli Versailles Anlaşması’nın konularından ve sonuçlarından bir tanesi, uluslararası işbirliğini ilerletmeyi, uluslararası barışı ve güvenliği tesis etmeyi amaçlayan Milletler Cemiyeti’nin kurulması oldu. Kuruluş akdi ise 10 Ocak 1920’de yürürlüğe girdi. (http://www.library.northwestern.edu/govinfo/collections/league/background.html)
Bu kurum kuruluşunda devrinin emsalsiz meşruiyet kaynağı mahiyetindeydi. Kuruluş akdinin 22. maddesi tarihten silinmiş imparatorlukların yönetiminde olan halkların  kendilerini idare edebilecek  yapıya kavuşabilmeleri için Milletler Cemiyeti’nin meşruiyetine dayanarak ve onun adına savaşın galibi olan devletlere manda yani vesayet görevi verdi. (http://avalon.law.yale.edu/20th_century/leagcov.asp#art22)
25 Nisan 1920 tarihli San Remo Konferansı’nda Filistin Manda’sının  İngiltere’ye tevdi edilmesi kararlaştırıldı.
San Remo’da Filistin olarak tespit edilen coğrafya günümüz İsrail’ini, Gazze’yi, Batı Şeria’yı ve günümüz Ürdün’ünü kapsıyordu.
San Remo Kararı’nın önemli bir özelliği  2 Kasım 1917 tarihli, Filistin’de bir “Yahudi Yurdu” kurulmasını vaat eden. Balfur Deklarasyonu’nu içermesiydi. Bu karar, mezkûr Deklarasyon’a Milletler Cemiyeti’nin meşruiyetini sağlıyordu. Ancak, manda kararının resmiyet kazanması, mandater taraflar olan İngiltere ve Fransa’nın özellikle Suriye konusundaki ihtilafları yüzünden ancak 29 Eylül 1923’te gerçekleşebildi.
Pekiyi, aradaki üç yıl zarfında ne oldu?
23 Temmuz 1920’de Fransızlar Suriye’de hükümet ilan etmiş olan Kral Faysal‘ı oradan sürdüler!  Harpte İngilizlerle işbirliği yapmış olan Hicaz hakimi Haşimiler memnuniyetsizliklerini askeri hareketlerle belli edince, Mart 1921’de Kahire Konferansı toplandı ve Faysal Bin Hüseyin 1. Faysal adıyla Irak tahtına çıktı. Diğer kardeş Abdullah’a ise, Filistin Mandası’nın Ürdün Nehri’nin Doğu’sunda kalan %76’lık bölümü “sus payı” olarak verilip TRANS-ÜRDÜN EMİRLİĞİ icat edildi. Yahudilerin Ürdün Nehri’nin doğusunda kalan Filistin Mandası topraklarında hak iddia etmelerini önlemek için, Ağustos 1922’de, İngilizler, Milletler Cemiyeti’ne verdikleri bir muhtıra ile Ürdün Nehri’nin doğusunu Yahudi yerleşimine kapattıklarını bildirdiler. (http://www.answers.com/topic/transjordan)

Arapların Yahudi Soykırımı’ndaki payı
Ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olan insanlara yardım etmemek cezai müeyyideleri olan suç kapsamındadır. Yardım edilmesini önlemek ise bu suçun katmerlisidir. Bu konuda vurgulanması gereken en önemli husus, Arapların İngilizlere yaptığı şantaj yüzünden, İnglizlerin, II. Dünya Savaşı arifesinde ve boyunca Yahudilerin Filistin’e olan göçünü engellemeleri dolayısıyla SOYKIRIM‘ın meydana gelebilmiş olmasıdır.  Özetle, Almanlar kadar, İngilizler ve özellikle Araplar SOYKIRIM‘dan müteselsilen sorumludurlar! 
Trans-Ürdün Devleti 22 Kasım 1947 tarihli Birleşmiş Milletler’in Filistin Taksim Planı’nı tanımayarak Batı Şeria’yı, İsrail’in kurulduğu 14 Mayıs 1948 tarihinden itibaren işgal etti ve İsrail ile varılan ateşkesi müteakip Nisan 1949’da ismini Ürdün olarak değiştirdi.
1967 senesinde, Mısır, Suriye, Irak ve Ürdün ortak komutanlıklar kurup Yahudileri denize dökerek İsrail’in varlığına son vermek için savaş hazırlıklarına başladılar.
Haziran 1967’de patlayan 6 Gün Savaşı’nın esas çıkış nedeni, Arap ülkelerinin “savunulması imkânsız” ve zaten tanımadıkları sınırlara sahip olan İsrail’i ortadan kaldırabileceklerine olan inançlarıydı. Ve bu savaştan önce İsrail Batı Şeria’yı henüz “işgal” etmiyordu!
Günümüzde (2009), her şeye rağmen, İsrail, barış için Batı Şeria’nın büyük bir kısmından feragat etmeyi ve mutasavver Filistin Devleti ile toprak alış verişiyle sınır düzeltmeleri yapmayı kabul etmiş durumda.
EVET, GELDİK KONUNUN KALBİNE:
Ortadoğu sorununun özü, Arapların bölgede bir Yahudi Devleti’nin varlığını hazmedememeleri ve kabullenmemeleridir. Diğer bir deyişle, sorunun çözümü, “Yaşayabilir bir Filistin Devleti” nin kurulmasıyla değil, “Yaşayabilir bir Yahudi Devleti“nin bekasının garanti altına alınmasıyla mümkün olabilecektir. Bunun temel şartı, İsrail’in savunmasını başkalarının iyi niyetine ihale etmeden varlığını sürdürebileceği savunulabilir ve güvenli sınırlara sahip olmasıdır.
Uluslar arası baskılarla kurulacak olan herhangi bir Filistin oluşumu, mezkûr şartlar karşılanmadığı takdirde, başlıca kurbanlarının sivil topluluklar olabileceği kanlı bir trajediye sebebiyet vermesi mukadderdir.

(Konunun özüne ilişkin gerçeğin fazla teferruat içinde kaybolmaması açısından 1948 Kurtuluş/Kuruluş Savaşı, 1956 Sina Harekâtı ve 1967 yılından sonra meydana gelen olaylar özellikle irdelenmemiştir)