Dışarıda Aralık soğuğu kemiklere işlerken camın kenarına oturmuş, elimde çocukluğumda üst komşumuz sevgili Yoanna’nın hediye ettiği yadigâr Hanukiya’yı temizlemeye koyuluyorum.
Ama ne Hanukiya!
Ortada şahlanmış iki aslan, bellerine kadar uzanan kıvırcık yeleleri, ağızlarından fırlayan dilleri, tehditkâr bakışları ve pençeleriyle On Emir tabletlerine sarılıyorlar.
İbranice harflerin arasına sıkışmış balmumu katmanları ise geçen yılları taşıyor üzerinde…
Çocukluğumda Hanuka ailemizde pek kutlanmazdı. Büyük bayramlar Roş Aşana, Kipur ve Pesah’tı bizim evde. Teşa beAv’da, yaz sıcağında bir günlüğüne de olsa denize girmeyince çok büyük fedakârlık yaptığımı düşünürdüm. Ne de olsa az gelenekçi bolca yenilikçi bir evdi bizimkisi.
Çok sonraları, uzun ve meraklı tarih okumalarıyla aslında Hanuka’nın gayet seküler bir bayram olduğunu, amacının dini ritüellerden çok tarihi yaşanmışlıkların anılması ve hatırlanması olduğunu anladım.
Bir cümlede Hanuka: Selevkos İmparatoru Antiokus’un Yahudiye’yi Helenleştirmek için yaptığı baskılara boyun eğmeyi red eden Makabilerin çıkardıkları isyanla Kudüs Tapınağını putlardan temizleyerek bağımsızlıklarını yeniden kazanmalarını anmak için kutlanır
Bir günlük yağın sekiz gün yetmesi ise işin tuzu biberi. Işıklar bayramında aslında kutlanan, bir halkın verdiği bağımsızlık mücadelesini kazanarak işgalden kurtulması ve hürriyetini kazanması. Roma işgaline dek yüzyıl kadar süren bir bağımsızlık…
Okunan dualar da özgürlük için verilen mücadeleyi ve savaşının zaferle sonuçlanmasını, vurgulayan birkaç cümlelik şükrandan ibaret: “…Atalarımıza o günlerde, bu zamanlarda mucizeler gerçekleştirdiğin için … yaşadığımız, varlığımızı sürdürdüğümüz ve bugünlere geldiğimiz için, …şükrederiz.”
Tüm bunlar Chagall sergisini gezerken kafamın içinde dolanıyordu. Beyaz Rusya’nın Vitebsk şehrinde 19. yüzyılın sonlarında doğan bir sanatçının uzun ömrü boyunca eserlerine yansıttığı mutlu çocukluk günleri beni de kendi çocukluğuma döndürmüştü.
O masum, dünyanın bin bir türlü şiddeti ve hiddetinden habersiz günlerime…
Tipik bir vatansız Gezgin Yahudi Chagall, sürgünlerle Rusya’dan Paris’e, oradan da New York’a uzanan yaşamına rağmen çocukluğunun masum imgelerini sanatına yansıtmaktan hiç vazgeçmemiş.
Chagall, hayatının aşkı Bella’nın “Yanan Işıklar” kitabını resmederken 19. Yüzyıl Rusya’sında baskı altında yaşayan bir halkın 3500 yıllık geleneklerini yaşatma çabasını da irdeliyor.
3500 yıl demişken, geçen Cumartesi akşamı Murat Bardakçı’nın programında konu Yahudilikti. Mısır’dan çıkıştan başladılar sohbete. Sabahın dördüne doğru İsa’nın doğumuna anca gelebilmişlerdi. Milattan sonraki son iki bin yılı başka bir programa bıraktılar haliyle…
Günümüz Yahudi kimliği böylesine uzun bir tarihsel süreçte Yahudi topluluklarının çeşitli kültürlerle etkileşerek harmanlanmasının ürünü.
İnsanların manavdan meyve alırcasına kimliklerini seçebildiği 21. Yüzyılda Yahudilik adeta uçsuz bucaksız bir süpermarket gibi. Böylesine köklü bir geçmişin mirasına sahip çıkmak ise yaşam boyu okuma ve öğrenme mesaisi gerektiriyor. Bu sahip çıkma arzusunu Chagall’in eserlerinde görmek mümkün. Kendisi de “Tevrat tüm zamanların en önemli şiir kaynağıdır” ve “Eğer Yahudi olmasaydım ressam olamazdım” sözleriyle ilham almak için ait olduğu kültürün zengin derinliklerine daldığını gösteriyor.
Alman yazar Goethe’nin “üç bin yıllık tarihin muhakemesini yapamayan insan günlük yaşayan insandır” sözü galiba Yahudileri çokça ilgilendiriyor.