Eski siyonistin Yahudilere önerisi

Israrla günlük siyasetten uzak duruyorum. Büyük acıların üzerinden bile siyaset yapılıyorsa, yorum yapmanın hiçbir faydası yok. Gelin size; eski bir siyonistin, intihara kadar giden çok hareketli, çok yönlü ve bir o kadar da çok tartışılan hayatını aktarayım. Dünyayı tanımak, insanı keşfetmekten de geçiyor.

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
10 Mart 2010 Çarşamba

1983’ün Mart ayının ilk gününde, Londra’nın tanınmış mahallerinden birinin şık bir apartman dairesinde 78 yaşındaki kahramanımız brandy’sinin içine, 55 yaşındaki eşi de scotch’unun içine aşırı dozda uyku hapı koyarak hayata birlikte son veriyorlardı.

Adam, 20. yüzyılın en tartışmalı simalarından, tarihe kelimenin gerçek anlamıyla ayrıksı bir entellektüel olarak geçecek ünlü yazar Arthur Koestler’di.

Ölüm bardağının yanında bıraktığı uzun ayrılış mektubunda şöyle diyecekti:

“Umarım hayattan çekilme hamlemde başarılı olurum. Yaşamıma son vermemin nedeni basit ama zorunlu bir gerçeği barındırıyor. Parkinson ve lösemiden muzdaribim ve bunlarla yaşayamayacağıma karar verdim… Arkadaşlarıma, ölüme sükunet içinde gittiğimi belirtir, belki onlarla uzay ve zaman ötesinde, başka bir ortamda karşılaşacağımın ufak da olsa umudunu taşıdığımı da söylemek isterim.”

“…Bu kararımın en acı tarafı, hayatımın son bölümünü öncekilerine oranla büyük bir mutlulukla geçirten eşim Cynthia’nin düşeceği zor durum olacak…”

İşin ilginç tarafı da, sağlıklı eşinin de bu mektupta yazılana rağmen kocasıyla birlikte intihar etmesi olacaktı.

Yıllar boyu ötenazi hakları için uğraşan Koestlerler, kendilerine uygulamış oluyorlardı ölüm kararlarını.

***

Arthur Koestler şüphesiz 20. yüzyılın en renkli, en tartışılır, en hareketli ve en üretken bir yazarı olarak tarihe geçecekti. Sadece yazar olmakla kalmamış, siyonizmden komünizme, pozitif bilimden parapsikolojik disiplinlere atlamış; yaşadığı dönemde bilim, yazın ve düşün alanlarında neler tartışılmışsa kendini hep öne atan hiperaktif bir entelektüel olmuştu. Güçlü ihtirasları aklının önünde durup onu bir sarkaç gibi karşıt eksenlere taşıyıp götürmüştü.

1905’te Budapeşte’de asimile olmuş bir Yahudi ailesinin tek çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Mühendislik eğitimi aldıktan sonra kafasını siyonizme ve komünizme takmış, Berlin’e yerleşerek hem komünist partiye üye olmuş hem de ünlü siyonist aktivist Vladimir Jabotinsky’nin sekreteri olmuştu. Filistin’de yıllarca kalmış, siyonizm idealini bir İsrail devletine dönüştürme projesine katkı sağlamaya çalışmıştı. Lakin, yerinde duramaz karakterine yenik düşüp, İspanya’ya giderek Frankoculara karşı komünistlerin yanında bile savaşa katılmış, cezaevine düşerek ölüm cezasına bile çarptırılmıştı. Oradan arkadaşlarının yardımıyla kurtarıldıktan sonra Londra’ya yerleşecek ve hayatının ilk ciddi ‘U’ dönüşünü yaparak herkesi şaşırtacaktı: 1938’de hayalkırıklığına uğrayarak ciddi bir anti-komünist olacak ve 1940’da yayınlayacağı komünizm eleştirisi ünlü ‘Gün Ortasında Karanlık’ eseriyle dünyaca tanınmış olacaktı.

Gestapo’dan zor bela kurtularak savaş yıllarını Londra’da aşırı üretken bir yazar ve gazeteci olarak geçirecekti. 1945’te tekrar Filistin’e giderek, Menahem Begin’i savaşmaktan vazgeçirip iki devletli bir sistem için ikna bile etmeye çalışacaktı.

Koestler hayatının bundan sonraki yıllarında yazacağı onlarca eser ve bir o kadar uzun makaleleri için besleneceği uzun ve uzak seyahatlere çıkacaktı. Bu dönem Koestler’in hayatında büyük gel-gitlere neden olacak; çok tartışılacak teorilerine imza attıracaktı.

Arthur Koestler, yazacağı ’13. Kabile’ eseriyle Aşkenaz Yahudileri’nin İbranioğulları’ndan gelmediğini, onların 8. yüzyılda Yahudiliği seçen Hazar Türkleri’ndengeldiğini iddia eder. Bu teorisiyle antisemitizmin köküne kibrit suyu dökeceğini umar ama ironik bir şekilde antisemitlerin ekmeğine yağ süren bir fikir haline gelir. Zira bu teori ile Yahudilerin, atalarının bulunduğu Filistin topraklarında artık hiçbir bir hakları kalmamış olacaktı!

Kimi yorumcular bu teorinin Koestler’in Yahudilikten kaçma içgüdüsünün bir sonucu olarak görür. Bütün eleştirilere karşın Arthur teorisinden vazgeçmez ama Yahudilere iki seçenek sunar: Ya İsrail’de yaşamak ya da Diaspora’da asimile olmak, yani “kaybolmak”…

Koestler’in gel-gitlerinin diğer bir tezahürü de bilim dünyasında gelişir. Pozitif bir bilimci iken parapsikoloji, mistisizm ve telepati ile hareket yaratma ‘bilimi’ ile ilgilenir. Hatta mirasının tamamına yakınını bir İngiliz Üniversitesi’nde parapsikoloji kürsünün kurulmasına ve yürütülmesine bağışlar..

Kadınlara karşı agresif olmakla, hatta cinsel saldırgınlıkla suçlanmasına rağmen ilginç bir şekilde onunla birlikte olan kadınların tümü ayrıldıktan sonra bile ona çok değer vereceklerdi!

Ispanya’da ölüm hücresinde geçirdiği dönem için ‘hayatımın en özgür günleriydi’ diyecek kadar ‘sorumlu ve sorunlu özgür hayatın’ dibine dinamit koyan da o olacaktı.

Siyonizmden çıkıp, Yahudiliğin temelini de oyan o olmuştu.

Komünizm için savaşırken sonraları büyük bir anti-komünist olan da o idi.

Bilime taparken, bilim dışı disiplinlere de kayan yine o olacaktı…

***

Arthur Koestler insanın varoluş çelişkilerini yaşayan bir simge insan olarak biliniyor artık.

Belki aklının değil, ihtiraslarının kölesi oldu.

Lakin kimi zaman ‘yanlış’ düşünse bile insanoğlunun kendisi gibi atipik kahramanlara da ihtiyacı olduğunu gösterdi.

Doğru’ya götüren bazen de ‘karşı yönden’ gelen sinyal değil midir?