Geçtiğimiz günlerde uzun sayılabilecek bir süre için yurt dışına çıktım. Uzaktan bakıldığında memleket hali daha iyi görülebiliyor, yaşanan olaylara – içeriği ne olursa olsun – daha gerçekçi şekilde yaklaşılabiliyor.
Televizyondaki haber saatleri olsun yazılı medyanın sayfa araları olsun hep toplumsal çatışma haberleri ile dolu. Bir bakıyorsunuz adi suçlar, biraz ötesinde iş yaşamındaki olumsuzluklar, dış ve iç siyasetteki çarpıklıklar, spor dünyasındaki itiş kakış.
Geçtiğimiz günlerde uzun sayılabilecek bir süre için yurt dışına çıktım. Uzaktan bakıldığında memleket hali daha iyi görülebiliyor, yaşanan olaylara – içeriği ne olursa olsun – daha gerçekçi şekilde yaklaşılabiliyor. Döndüğümde kendimi içinde bulduğum haberleri, tarih sırası kaygısı yaşamadan alt alta yazayım dedim:
Amerika’da Ermeni soykırım tasarısı bir oy farkla Dışişleri Komisyonu’ndan aleyhimize geçmiş. Başbakan Erdoğan Suudi Arabistan’da katıldığı bir törende “Günah almak istemem ama Yahudi lobisi de bize kaşı çalışmış olabilir…” demiş. Türkiye Washington Büyükelçisi’ni istişareler için geri çağırmış…
Benzer bir oylama İsveç’te yapılmış ve parlamento yine bir oy farkla, içeriği biraz daha geniş olmakla beraber, benzer bir yasayı aleyhimize kabul etmiş. Stockholm Büyükelçimiz de, istişarelerde bulunmak için geri çağrılmış. Her iki olaya karşı olan tepkiler haklı, ancak bir o kadar duygusal. Oysa reaktif olunacağına daha proaktif olunsa…
Merter’de geçit olmadığı için metro hattını kullanmak zorunda kalan öğrenciler gelen trenin altında kalmışlar; Üç genç de ölmüş. Gerçek bir dram… Herkes doğal olarak çocuklara ağlıyor, vatmanı soran ise pek yok! Olayın üzerinden şu kadar gün geçmiş, sorun hâlâ ortada… İnsanlar hala cambazlık yapmaya özendiriliyor. Yaya geçidinin yapılması için ise düğmeye basılmış durumda…
Ankara girişinde durdurulan el bombası yüklü askeri nakil aracının ihbar edilişi ve hakkında yazılan iddia film senaryolarına taş çıkartacak nitelikte. Savcılık konu ile ilgili doğal olarak ‘takipsizlik’ kararı vermiş… Şimdi asılsız ihbarı yapan aranıyor. Zaten gergin olan iç dinamikleri sarsmaya yönelik ve belki de asılsız olduğu biline biline yapılan bu ihbar oldukça düşündürücü…
Kültür Bakanlığı’na bağlı müzelerin talan edilişi gündeme geldi. Paha biçilmez birçok tablo ya çalınmış, ya da depolarda çürümeye terk edilmiş. İşleri bunlara sahip çıkmak olması gereken müdürler kendilerine devrolan envanter kayıtlarının olmamasından şikayetçi… Eş deyişle stoklarında neyin olduğunu bilmeyen tüccar konumundalar. Kültür Bakanı, “Ülkenin zenginliklerini teşhir edecek müzelerin alan olarak yetersiz olduğuna” işaret ediyor.
Elazığ’da bir deprem yaşanıyor. Duruma son derece hızlı ve organize şekilde el atılıyor. Acılar baki, yaralar hızla sarılmaya çalışılıyor… Devlet olsun, sivil toplum kuruluşları olsun, herkes elinden geleni yapıyor. Onun az ötesinde, yaşanan her depremden sonra olduğu gibi beklenen İstanbul depremi gündeme geliyor. Kentteki çarpık yerleşim, sağlıksız binalar, daracık sokaklar vs gözler önüne seriliyor. Ekranlar ve sayfalar yine birçok uzmanın istilasına uğruyor. Bunlar topluma şöyle bir korku saçıyor… İnsanlar tedirgin oluyorlar, sonra da çaresiz gündelik yaşantılarına dönüyorlar. Ve bu arada, Sağlık Bakanı bombayı patlatıyor , “Maalesef hastanelerimizin çoğu depreme dayanıklı olmayabilir” yollu beyan veriyor.
Diyarbakırspor - Bursaspor arasındaki maçta çıkan olaylar ve bunların nedenleri ya da yansımaları konu oluyor. Bazı haberciler buna kafayı fena takıyor. Amaçları toplumsal gerilimi ortaya koymak ve bunu masaya yatırmak mı, yoksa programlarına özne teşkil edecek ateşli bir olayı istismar etmek mi, anlaşılamıyor. Sonra, her şey sihirli bir makasla adeta kesiliyor. Konu çoğu zaman olduğu gibi gündemden düşüyor, sorun ise ortada kalıyor.
Gazetelerin sayfaları, televizyonların programlarında ‘iyi’ olanı, ‘güzel’ olanı arıyorum. Yok kadar az! Gençlerimizi heyecana getirecek, onlara gelecek hakkında olumlu şeyler düşündürecek başarı öykülerine bakıyorum. O da yok! Sanatsal alanda, bilimsel alanda, iş yaşamında, modada, gündelik yaşantı içindeki hoşluk pırıltılarından yoksun bir ülkede mi nefes alıp veriyoruz yoksa?
O zaman, bizler başarısızlıktan ve bunların getirdiği siyasi polemiklerden, bireysel ve toplumsal acılardan, mutsuzluktan, kıskançlıktan ve benzer olumsuzluklardan besleniyoruz. Bunlar bizi meşgul ediyor. Bu bizim sosyal kaderimiz haline getiriliyor. Ve işte o zaman en ufak bir başarı bizi sarhoş ediyor. Sokaklara taşıyor, silah atıyor ve yeni trajedilere yelken açıyoruz.
Hal böyle olunca da, çatık kaşlı insanların ülkesi haline geliyoruz. Oysa böyle olmamak için binlerce nedenimiz var.