Türkiye 21. yüzyılda bürokratik vesayet altında olan türden bir demokrasiden, özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiye geçiş sürecini yaşıyor. Bu süreç, 12 Eylül askeri yönetimi tarafından kabul edilen 1982 Anayasası’nın yerini sivil ve demokratik bir anayasanın almasıyla tamamlanacak. Yeni bir anayasaya ihtiyacımız var; belki her şeyden önce, hangi etnik, dinsel veya kültürel kökenden olursa olsun bütün yurttaşlarımızı eşit yurttaş kılmak, ayrımcılığı ortadan kaldırmak için. Bunun asgari koşulu yeni anayasanın ‘millet’i etnik ya da kültürel anlamda Türklükle değil, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ile tanımlaması.
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin yıkıntıları üzerinde kuruldu. Osmanlı devleti çok-dinli, çok-etnikli bir imparatorluktu. 19. yüzyıla gelinceye kadar, ‘millet sistemi’ geçerliydi. Osmanlı resmen bir İslam devletiydi, ancak farklı dinlere mensup teba, dini alanda geniş özerkliğe sahipti. 1839’da kabul edilen Tanzimat Fermanı ile yurttaşların kanun önünde eşitliği tesis edildi ve devletin laikleşmesi yönünde ilk adımlar atıldı. ‘İslam milleti’ yerine, din ayrımı yapılmaksızın bir ‘Osmanlı milleti’ inşa edilmesine çalışıldı. 1923’te ilan edilen Cumhuriyet ise, hukuk alanında laikleşmeyi tamamladı, fakat dinle devleti ayırmadı. 1924 Anayasası İslam’ı resmi din olarak kabul etmekle birlikte, 88. maddesinde “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla Türk denir” hükmünü getiriyordu. Ayrıca Lozan Antlaşması’nda zikredilen gayrimüslim gruplarına azınlık hakları tanıyordu.
1925’teki Kürt isyanından sonra Cumhuriyet yönetimi, gayri – Müslim azınlıklar dışındaki Türkiye nüfusunu Türkçe konuşan, Türk kültürüne bağlı ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın temsil ettiği İslam yorumuna inanan bir Türk milleti inşasına girişti. Bu politika, bir ayağıyla etnik farklılıkları (esas olarak Kürtleri), öteki ayağıyla da dinsel farklılıkları (esas olarak Alevileri) yok sayıyordu. Milletin tanımı vatandaşlık temelli olmaktan, etnik – kültürel temelli olmaya kaydı. Milli topluluğun bir parçası olarak görülmeyen gayri – Müslimler ülkeyi terke zorlandı. 1942’deki Varlık Vergisi uygulamasını ve 1955’teki 6 – 7 Eylül olaylarını başka türlü yorumlama imkânı yoktur.
Cumhuriyet’in kimlik politikaları, 21. yüzyıla ve Avrupa Birliği’ne katılım sürecinin gündeme girmesine kadar temel ilkelerinde bir değişiklik olmaksızın devam etti. 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra kabul edilen 1961 Anayasası ve 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra kabul edilen 1982 anayasası “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” diyordu. ‘Atatürk milliyetçiliği’ olarak da ifade edilen bir anlayışla Türklük, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığının tanıdığı haklar ve yüklediği sorumluluklarla değil, Türk dili ve kültürüne bağlılık olarak yorumlanmayı sürdürdü. 12 Eylül askeri yönetimin kimlik politikalarına Türk – İslam Sentezi fikri damgasını vurdu.
12 Eylül rejiminden çıkıldıktan sonra, esas olarak da Soğuk Savaş’ın sona erdiği 1990’lardan itibaren, kısaca ‘Türkleştirme ve Sünnileştirme’ olarak anacağımız resmi kimlik politikalarına Kürtlerden, Alevilerden ve liberal çevrelerden itirazlar yükselmeye başladı. Kürt milliyetçilerinin itirazları, PKK ile birlikte şiddetli bir hal aldı. Soğuk Savaş boyunca, NATO ittifakının önemli bir üyesi olarak gördükleri Türkiye’deki rejimi ve uygulamalarını sorgulamaktan kaçınan Batılı müttefikler ve kamuoyları, insan hakları ihlalleri, bu bağlamda etnik ve dinsel azınlıkların kültürel haklarıyla ilgili sorunlar dolayısıyla Türkiye’yi eleştirmeye başladılar.
Batı’dan gelen eleştirilerin önemli nedeni de, azınlık hakları konusunda gelişen yeni anlayıştı. 19. yüzyıl boyunca azınlıklar konusunda Batı’da hakim olan yaklaşım, asimilasyondu. Asimilasyonist politikaların doğurduğu faciaların yaşandığı 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, etnik ve dinsel azınlıklara mensup olan kimselerin dil ve kültürleri üzerindeki kısıtlamaların ve yasakların kaldırılması gündeme gelmişti. Yeni anlayışa göre, liberal devlet yurttaşlarının dinsel ve etnik kimlikleri karşısında “kör olacak”, yani bunları görmezden gelecek, azınlık gruplarına mensup kişilerin bireyler olarak dil ve kültürlerini serbestçe yaşamalarına engel getirmeyecek, ama azınlık kültürlerinin yaşatılmasına da herhangi bir destek sağlamayacaktı. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra ise etnik ve dinsel azınlıkların dil ve kültürlerine kısıtlama getirilmemesinin yeterli olmayacağı, özgürlükçü ve çoğulcu demokrasinin gereği olarak, çokkültürcülük olarak da anılan, azınlıklara grup hakları tanınması fikri yayıldı. Buna paralel olarak azınlık hakları uluslararası anlaşmalara girdi. Bu bağlamda Türkiye açısından belki en önemli gelişme, Avrupa Birliği’nin 1993’te kabul ettiği üyeliğin siyasi kriterleri oldu. Bundan böyle AB’ye üye olmak isteyen ülkelerin demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü yanında azınlıkların korunmasını ve saygı görmelerini güven altına alan kurumlara sahip olmaları gerekiyordu.
Soğuk Savaş’ın sonundan itibaren Türkiye’deki resmi kimlik politikalarında revizyon gündeme girdi. 1991’de Kürtçe yasağı kalktı. 2001 – 2004 arasında yapılan anayasa ve yasa değişiklikleriyle Kürtçe radyo – televizyon yayınları, Kürtçe öğrenimi ve Kürtçe isimler üzerindeki yasaklar kalktı. 1 Ocak 2009 tarihinde devlet televizyonu TRT, 6. kanalından 24 saat Kürtçe yayın yapmaya başladı. Bu reformlarla Türkiye, resmen olmasa da fiilen Kürt kimliğini tanıyordu. 1990’ların başlarından itibaren cemevlerinin açılmaya başlaması, o güne kadar resmen yok sayılan Alevi inancının fiilen tanınması anlamına geliyordu. İlki 3 – 4 Haziran 2009’da, sonuncu ve yedincisi 27 – 30 Ocak 2010’ta yapılan, hükümet yetkilileriyle Alevi topluluğunun temsilcilerini buluşturan ‘Alevi Çalıştayları’yla da Alevi kimliğinin resmen tanınmasına yönelik adımlar gündeme girdi.
Başbakan Tayyip Erdoğan 11 Ağustos 2009’da AKP’nin meclis grubunda yaptığı konuşmayla ‘Demokratik Açılım’ı başlattı. AKP Ocak 2010’da ‘Milli Birlik ve Kardeşlik (Bütünleşme, Türkiye’yi Ayağa Kaldırma) Projesi’ başlığıyla yayımladığı bir kitapçıkta ‘Demokratik Açılım’ı, demokrasi standartları AB ülkelerindeki düzeye gelinceye kadar sürecek, kısa, orta ve uzun vadede alınacak önlemler içeren bir süreç olarak tanımlıyordu. Projenin sadece Kürtlerin değil, Alevilerin, gayrimüslimlerin, kendini ‘ötekileştirilmiş’ olarak hisseden bütün yurttaşların sorunlarının halledilmesini amaçladığı belirtiliyordu. Proje, sivil ve demokratik, yeni bir anayasanın kabulü ile tamamlanacaktı.
Yeni anayasanın ne zaman gerçek olabileceğini bilemiyoruz. Fakat bunun artık Türkiye’nin gündemine girdiğini söyleyebiliriz. Türkiye Devleti’nin yeni anayasası, çağdaş demokrasilerin anlayışına uygun olarak, Türkiye Milleti’ni herhangi bir etnik kimlik ya da dinsel inanca gönderme yapmaksızın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıyla tanımlamalıdır. Prof. Dr. Ergun Özbudun başkanlığındaki anayasa hukukçuları heyetinin hazırladığı anayasa taslağının 35. maddesinde yer alan önerilerden biri bu tanıma temel teşkil edebilir: “Vatandaşlık temel bir haktır. Kanunun öngördüğü esaslara uygun olarak bu statüyü kazanan herkes Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır.” Vatandaşlıkla tanımlanan millet anlayışının sadece anayasanın ilgili maddesinde yer almasının yeterli olmayacağı, sivil ve demokratik anayasanın bütününün bu anlayışla kaleme alınmasının gerekeceği açıktır.
Şahin ALPAY kimdir?
1944 yılında Balıkesir’de dünyaya gelen Şahin Alpay, Robert Lisesi’nin ardından Anadolu Üniversitesi’nde okudu. Siyasal Bilimler Fakültesi’nden mezun olan Alpay, ardından İsveç Stockholm Üniversitesi’nde doktora yaptı. 1982 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde yazarlığa başlayan Alpay, daha sonra Sabah ve Milliyet gazetelerine geçti. Şahin Alpay, halen Zaman Gazetesi’nde yazılarına devam etmekte...