Yukarıdaki sorunun yanıtını bu satırlarda bulacağınızı zannediyorsanız, yazının gerisini okumanız gereksiz. Zira naciz kulunuz gerçeğin ne olduğunu bugüne kadar öğrenememiştir, gerçek budur!
Vaktiyle iyi bir matbaa vardı. Adı da kendi gibi İyi Matbaa’ydı. O kadar iyiydi ki sonunda kapandı! Her neyse, işin ticari boyutu bir yana, İyi Matbaa’nın iyi huylarından biri her yıl yayımladığı ‘İyi Ajanda’sıydı. Son derece şık, kaliteli kâğıda, sınırlı sayıda basılan İyi Ajanda’nın en önemli özelliği, her yıl ülkemizin 53 sanatçısını belirli bir tema çerçevesinde buluşturmasıydı.
2005 yılının ajandasına katılmam için davet almıştım. O yılın ağır topları arasında Tahsin Yücel, Enis Batur, Şakir Eczacıbaşı, Erdal İnönü, Gülse Birsel, İzzet Keribar, Ayşe Kulin, Maryo Levi, Murathan Mungan, Elif Şafak gibi isimler vardı. Tahmin edebileceğiniz gibi İyi Ajanda’da yer almak, büyük bir onur olduğu kadar reddedilmesi güç bir challenge* idi. Aksi gibi, yılın teması bir o kadar da kazıktı: Gerçekler!
Kendi gerçeğimizi sanatsal anlatımımızla dile getirmemiz istenen davet yazısının altında Gorgias’ın şu sözleri yer almıştı:
“...gerçek yoktur, varsa da bilinemez, bilinse de ifade edilemez.”
Felsefeyle ilgilenenler, Milattan önce V. yüzyılda yaşamış olan, Nihilizmin ve kuşkucu düşüncenin öncülerinden Yunan düşünürü Gorgias’ın ikna sanatına büyük önem verdiğini bilirler. Antik çağın filozofu, bundan 25 asır önce yukarıdaki cümleyi sarf ederken, hiçbir değerin var olmadığını, zira insanların bilgiden yoksun olduklarını düşünüyordu.
Gorgias’ın dönemiyle kıyaslayınca, özellikle bilgi konusunda insanlığın dev aşamalar kaydettiğini söyleyebiliriz. O kadar ki, bilgi çokluğundan etrafımızı göremez olduk! Neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmeksizin, doğrulatma gereğini duymaksızın, ordan burdan edindiğimiz bilgilere yeni bilgiler ekleyerek bilgi kirliliği yumağına bolca katkıda bulunuyoruz...
İyi Ajanda’ya dönecek olursak, ilk bakışta kolay gibi görünen bu görev, günler geçtikçe içinden çıkılmaz bir hal almış, tam bir kâbusa dönüşmüştü. Onca yazıp çizdiklerim bir süre sonra çöp tenekesini boyluyordu. Hayatım kararmıştı. Çalışmalarımı sürdürdükçe nerdeyse tüm gerçek bildiklerim hakkında kuşkuya düşer olmuştum.
Immanuel Velikovsky’nin kitlesel amnezi tezi doğru muydu? Pesah’ta andığımız felaketler, volkanik bir patlama sonucunda mı meydana gelmişti? Musa gerçekten firavunun oğlu muydu? Matematikten haz etmeyen Einstein sıradan bir mizahçı mıydı? Freud deli miydi? Arthur Koestler haklı olabilir miydi? Aşkenazların soyu Sami ırkına değil, Hazar Türklerine mi dayanıyordu? Öyleyse antisemitler benden ne istiyordu? Anne diye beni bağrına basan kadın annem değil miydi? Ben kimdim o halde? Her sabah aynada karşılaştığım, ben sandığım ben, yoksa ben değil miydim? Sonunda birşeyler karalayıp verdim, kâbus bitti. Uzun süre ‘gerçek’ üzerine kafa yormadım...
Geçenlerde Roni Margulies’in ilginç bir yazısını okudum. Hakkını teslim etmek gerek, güçlü bir kalemdir Margulies. Makalesinde, Federal Şansölye Willy Brandt’ın 1970 yılındaki Polonya ziyaretine atıfta bulunuyor, Varşova Gettosu önünde diz çökmesine değiniyordu. Margulies yazıyı Amerikan Temsilciler Meclisinde Ermeni tasarısı görüşülürken kaleme almış, Brandt’ın davranışını örnek göstermişti. İnternet üzerinden gelen tepki ve yorumlar ibretlikti. Yazarın ne beyninin sürçtüğü kaldı, ne meçzupluğu ne de kafayı yemişliği... Çokbilmişlere göre Margulies tarihi saptırıyordu. O yıllarda Polonya Batı Almanya ile kanlı bıçaklı, SSCB ile canciğer kuzu sarmasıydı. Ne işi vardı 1970’te Willy Brandt’ın Varşova’da? Oysa ki, internette yapılacak sıradan bir araştırma bile Margulies’in yazdıklarının doğru olduğunu fotoğraflarla gözler önüne seriyordu. Ama öyle ya, fotoğraflar da ‘photoshop’ üretimi olabilir...
Yazıyı günümüzün internet gerçekleriyle bitireyim bari. Küresel ısınma aslında yararlıdır, doğal gaz sarfiyatı azalacak, yeni tarım ve otlak alanları oluşacak, yağışlarla birlikte dünya daha yeşil olacaktır. Kanserin tedavisi bulunmuştur. Ancak ilaç şirketleri zarar edeceklerinden, şimdilik sadece ayrıcalıklı üst düzey yöneticiler alternatif tıptan şifa bulmaktadır. Bir numaralı Yahudi düşmanı rolündeki Ahmedinecad aslında bir Yahudi ajanıdır. Kimlik kartı incelendiğinde Ahmedinejad’ın önceden ‘Sabourjian’ olarak bilinen bir Yahudi olduğu anlaşılmıştır. Sonuncusu en güzeli: 2 Aralık 2002 tarihli Balyoz harekât planında kaydedilen CD’lerin 2003 yılında kullanımda olan Word programıyla hazırlanmış olması, TSK’nin teknolojik alanda Microsoft’tan bir adım önde olduğunun kanıtıdır.
Kafanız mı karıştı? Benimki epeydir öyle...
* Challenge: İngilizce sözlük karşılığı ‘meydan okuma’ olan, ama kişinin özbenliğiyle mücadelesini de içeren bir anlam taşıyan bu sözcüğün tam Türkçe karşılığını bulamadım.