Huzurlu ve sessiz bir dinlenme gecesini tanımlarken, ‘Bebek gibi uyudum,’ diyen adamın, hiçbir zaman bir bebeği olmadığını varsaymak gerekir! Gerçek olan şudur ki, çoğu zaman, hayatımızın ilk yirmi yılını anne ve babalarımızın, ikinci yirmi yılını da çocuklarımızın perişan etme olasılığı çok yüksektir. Kısacası hayatımızın ilk yarısını, kaçınılmaz bir şekilde bir bağımlı değişken olarak, bize bedeli çok ağır bir sorumluluk yükleyen bu kan ve sevgi bağı nesnelerimizin huzuruna ve mutluluğuna endeksli yaşarız.
Çocukluk ve gençlik dönemimiz olan ilk yirmi yılda, ne otoritemiz vardır, ne de saygınlığımız. İtaat etmenin erdem addedildiği ve öğrenmenin yeterli olduğu bir dönemdir bu. Sorduğumuz çoğu sorunun yanıtını da, zaten anne ve babalarımız bilmez. Onların hayal dünyası, büyümek denilen trajediyle çoktan kurumaya yüz tutmuştur. Büyüklerimizin bütün hataları, karmaşaları, kendi hayatlarının çözümsüz veya sancılı tüm gerçekleri, çocukluğumuzda, ilerde bizi yönetecek, ya ezecek ya da yüceltecek kişilik özelliklerimizi toptan belirler. Bu dönemde, bağımlı değişken olmanın zavallılığı, bağlandığımız sevgi nesnelerinin bizi ilerde vezir kılmak kadar, rezil etme kapasitesi ile de tanımlanır.
Genel nüfusta, çocuk sahibi olma dönemi, hayatımızın ikinci yirmi yılına denk düşer. Roller yer değiştirmiş, otorite ve saygınlık kazanılmış, öğrenmenin anlamaya dönüştüğü, sorgusuz sualsiz itaat etmenin artık bir erdem değil de, tam tersi, kişiliksiz ve zayıf karakterli olmakla eşdeğer kabul edildiği bir dönemdir bu. Biz çocukken - güçsüz ve kontrol fakiri ruhumuzda sıkça kendimize söz verdiğimiz gibi - anne ve babalarımızın bizi büyütürken düştüğü hataları biz asla çocuklarımıza yansıtmayacağız diye düşünerek kendimizi ezdiğimiz ve bir yığın başka hatalara düştüğümüz zamanlardır bu yıllar. Hep, ‘çocuklarımız için bir gelecek yaratmak’ lafı dolanır durur ortalıkta; oysa esas uğraşımız, geleceğe uygun çocuklar yetiştirmektir. Biz bunun sıkça farkındayızdır aslında ve bu dehşet boyutlarda sorumluluk duygusu, bizi çoğu kez ezer geçer. Çocukken biz, büyüyünce artık kırılgan olmayacağımız yanılgısına düşer, anne baba olunca ise, gerçek ve kalıcı kırılganlıkla yüzleşiriz. Kırılganlık, büyümenin tanımıdır. Ve bu kırılganlıktır ki - bizi kendimizi düşünmek ve kollamaktan uzağa düşüren – ve bize bağlı ve bağımlı çocuklarımızdır ki, bizi yaşamımızın bu döneminde, sıkça sınar, bolca terletir, kısacası perişan eder.
İlk kırk yılı kazasız belasız devirdiğimizde ise, artık her şeyi bildiğimizi sanacak kadar genç olmadığımızı anlarız. Ancak kesin olan, hayatımızda, sevgi nesnelerimize endeksli tanımsız ve belirsiz fırtınaların azalma ve gerçek yaşam koşullarıyla belirlenen zorlukların çok daha öncelikli olmaya başlama halidir. Ve bir yandan para pul, mevki, güç, sağlık, eğlence, bedensel ve yüreksel hazlar peşinde koşarken, bir diğer yandan da ilk kez belki biraz daha fazla kendimizle baş başa, kendimize yoğunlaşan bir yaşam duruşunda, daha önceleri varlıklarını bile bilmediğimiz iç zenginliklerimizi keşfetmenin keyfine usul usul varmaya başlarız. Bu dönemde varlığını sürdüren birtakım orta yaş korkusu dolu adamlar ve kadınlar, ille de içlerindeki çocuğu yaşatma telaşına düşerler. Bir ‘içimdeki çocuğu asla kaybetmek istemiyorum,’ lafı dolanır olur ortada. Kimdir ki bu içimizdeki çocuk? Kimlik arayışının dehlizlerinde, anne baba karmaşalarının hayaletleriyle biteviye boğuşan, otorite ve kontrol özürlü, gelgitlerin girdabında bir bağımlı değişken değil midir? İçimizdeki çocuk, aslen sadece çocukluk döneminde geçirilmesi ve sonra da bedenimizin ona bağışıklık kazanması gereken ‘kızamık’ gibidir. Çocukken bizi üç beş gün yatağa bağlamaktan öte bir zararı olmayan kızamık, büyük yaşımızda bizi bulursa, çok ciddi boyutlarda bizi perişan edebilir. İçimizde büyük yaşımızda halen bir çocuk yaşatabilme isteği aslen, kişiliğimizde var olduğunu hissettiğimiz olgunlaşmamış, zaafları ile barışmamış ve yeteri kadar güçlenmemiş çocuksu ruhumuza doladığımız ve sığındığımız bir mazeretten öte değildir.
Kim ki çocuklukta ve gençlikte insanın çok daha coşkulu, tutkulu ve heyecanlı olduğuna inanır, o kişi aslında çok yanılır. Bu duygular genç yaşlarda daha yoğun değildir; sadece genç insanın bu duyguları kontrol altına alabilme ve dizginleyebilme gücü, kırk yaşını aşmış ve içinde bir çocuk barındırmamayı becerebilmiş olgun adama göre, çok daha azdır.
İnsan bir kere çocuk olur ama eğer isterse bir ömür boyu çocuksu kalabilir. Ya eğrisi ve doğrusu ile olgun yaşını yaşayan olur, ya da sonsuz bir oyun bahçesinde biteviye oynayan. Seçim onundur.
Esin ACIMAN
Esin Acıman 1959’da İstanbul’da doğdu. Robert College’den Türk Dili ve Edebiyatı/Halide Edip Adıvar ödülüyle mezun oldu ve yüksek öğrenimine Boğaziçi Üniversite’sinde devam etti. Psikoloji Lisans, Eğitim Lisans ve Klinik Psikoloji Yüksek Lisans derecelerini aldıktan sonra yurt dışında eğitim konulu mesleki workshop’lara katıldı. Çeşitli hastanelerde ve kendi kliniğinde psikolog/terapist olarak çalıştı; okullarda rehber danışman ve müdür olarak görev yaptı. Yazarın, “Kadın Doğmak, Kadın Olmak” ve “Erkek Doğmak, Adam Olmak” isimli yayınlanmış iki kitabı bulunuyor.