<p class="MsoNormal"><span>‘Lübnan’ filminin son Venedik Film Festivali’nde aldığı Altın Aslan Ödülü, İsrail sinemasının uluslararası arenada kazandığı en büyük ödül sayılıyor. <?xml:namespace prefix =" o" ns =" "urn:schemas-microsoft-com:office:office"" /></font></span></p> <p class="MsoNormal"><span>Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında kentimize gelen Samuel Maoz ile filmi hakkında keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik</font></span></p>
Yaptığınız ilk film ile İsrail sinemasının uluslararası alanda elde ettiği en büyük ödülü kazandınız. Bu konudaki düşünceleriniz nedir?
Kendimi şanslı hissediyorum. Hayat bana gülümsüyor; fakat ödülü kazandığım için değil. Asıl önemli olan ödülün beraberinde getirdikleri, faydaları... Uluslararası alana açılması… Şu an her yerde, bütün dünya çapında… Filmim sadece eğlence değil, aynı zamanda mesaj da veriyor. Bu mesajı dünyaya ilettiğim için mutluyum. Ayrıca şahsi olarak da bu noktadan sonra devam edebileceğim; benim için daha kolay olacak.
1982 Lübnan Savaşı’nı sizden önce Ari Folman ‘Beşir ile Vals’te anlattı. ‘Lübnan’ın senaryosunu yazarken o filmden etkilendiniz mi?
Filmimiz üzerinde beraber çalıştık, sonunda param bitti ama beraber yaptık.
Savaşta olup bitenleri bütün çıplaklığıyla anlatıyorsunuz. Tarafsızlığınız takdir edildi. Savaş karşıtı bir sinemacı mısınız?
Tabii ki. Biz arada kalmış kuşaktık. Büyükannelerimiz toplama kamplarından gelmişti, kolunda numara basılı olan bir öğretmenimiz vardı, sürekli sınıfta ülkemiz için savaşmamız gerektiğini söylüyordu. Öte yandan biz normal çocuklardık. Tek derdimiz Tel-Aviv plajlarına gitmek ve kızlardı. Ama yine de bir şekilde beynimiz yıkanmıştı. Savaştan eksik parmaklarla döndüğünüzde artık şikâyet etme hakkınız yoktu, çünkü hayatta olduğunuza şükretmeliydiniz. 2. Lübnan Savaşı’ndan sonra bunu daha iyi idrak ettim, çocukların bununla bir ilgisi yoktu. Kızlarım olduğu için şanslıyım.
Savaşın askerlerde yarattığı klostrofobik ortamı seyirciye aktarmaktan başka bir hedefiniz oldu mu?
Hayır, hedef değildi. Bu deneyimin bir parçası, sizin mevcut ikilemi anlamanız içindi.
Bu filmi kelimelerle ifade etmek çok zordu, dikkat ettiyseniz sadece %30’u diyalogdu. “Çok üzgünüm” ya da “çok korktum” diyemezsiniz. Bunu hissedebilmeli ve oyuncunun gözlerinde görebilmelisiniz. Size bu izlenimi vermek istedim. Bir hikâye anlatırken, “sana bunu anlatamam, orada olman lazım” demek gibi. Size bir hikâye anlatmak ya da bir konuyu açıklamak istemedim, hislere dokunmak istedim. İnsanların bir konu hakkındaki görüşlerini değiştirmenin tek yolu bence budur. Eğer bir anneyseniz kendinizi filmdeki annenin yerine koyarsınız. En uç fikirleri bile, eğer bir şekilde sizinle ya da çocuğunuzla ilgiliyse değiştirebilirsiniz.
Tıpkı Ari Folman gibi kendi geçmişinizle, vicdanınızla hesaplaşmak için bu filmi yaptığınız söylenebilir mi?
Motivasyonum vicdanım değildi. Bu şekilde kendimi daha iyi ifade edebildim. Sonuçta bu ben değildim, ama benim sorumluluğumdu. Sorumluluğum da aslında kaderimdi. Zaten kendinizi suçlu hissetmek dışında bir seçeneğiniz yok.
Bunu kendimi temize çıkarmak için yapmadım. Bütün bu başarıya rağmen yine de kendimi temize çıkardığımı düşünmüyorum. Evet, belki kendimi daha tamam hissedebilirim. O tetiği çekmek ya da çekmemek aynı şey. Bir seçme hakkınızın olup olmaması arasında büyük fark var.
Sabah uyandığınızda düşündüğünüz ilk şey bu oluyor, taşıması ağır bir şey... Kaderimin parçası, çıkışı olmayan bir yer... Beni artık hiçbir şey şok edemez. Artık bir sivrisineği bile incitemem. Savaş filmi yapmak tabii ki savaşı durdurmayacak ama bu filmi Venedik için yapmadım, ülkem için yaptım.
Tankın içinde militarist asker yok. Dördü de savaştan nefret eden askerler. Savaş içinde yaşayan bir ülke olan İsrail’den, militarist bir askeri senaryonuza koymayı niye düşünmediniz?
Hâlâ genç bir adam vücudunun içinde bir çocuk gibisiniz. Savaşta asker olmak, normal askerlik hizmetini yerine getirmekle aynı şey değil. Savaşta avlanması gereken bir hayvana dönüşüyorsunuz. Hiç kimse avlanacak bir hayvan olmak istemez. Düşündüm ki, eğer etkileyici bir film yaparsam bazı şeyleri değiştiririm, yoksa bu benim vicdanımdan kaynaklanmıyordu.
Savaş filmleri abartılı; kahramanlar, fedakârlıklar, kazanılan zaferler... İnsanlar savaşı bilmiyor, gerçek savaşı filmlerdeki gibi zannediyor. Bu eğlence değil, gerçek savaş değil, savaş cehennem. Ayrıca şu da bir klişe: savaşta kurulan arkadaşlıklar çok güçlü olur; ortak bir sürü olay yaşamışsınızdır, paylaşımlarınız büyüktür. Bence bu yanlış, ben savaş sırasındaki arkadaşlarımla buluşmak istemiyorum. Çünkü buluştuğumda biliyorum ki, eski günlere döneceğim, kendimle karşılaşacağım, onlar bir ayna gibi.
Beaufort filminde de Joseph Cedar, savaşı askerlerin gözünden anlatıyor. Bu ihtiyaç İsrailli sinemacılarda niye sık sık duyuluyor?
Biz varlığı için mücadele eden küçük bir ülkeydik. Şu an ise toplum içindeki zayıflıklarla baş etmek zorundayız daha iyi olmak için. Asker toplumun bir yansımasıdır ve toplum da insanların yansımasıdır. Örneğin insanların Siyonist ve idealist olduğu Altı Gün Savaşı’nda zafer kazanıldı. Fakat Lübnan Savaşı öyle değil, yeni nesil o kadar motive değil. Savaşı o kadar sevmiyorlar. İsrail’den başka bir ülke için savaşmak için ülkenin dışına çıktık. Topraklarımız dışında kazandığımız ilk savaştı. Tarihte kendi ülkesi dışında zafer kazanan başka ülke örneği yoktur.
Filminizin siyasal değil, kişisel bir film olduğunu söylediniz. Biraz açar mısınız?
Eğer insanların fikirlerini değiştirmek istiyorsanız bunu doğrudan yapmazsınız. Birine doğrudan “sen kötüsün” diyemezsiniz; ama bunu öyle bir yaparsınız ki, sonunda kişisel bir fikriniz politik olur. Benim filmimde de bu şekilde oldu.
Politik bir film yapmak politik olarak doğru bir film yapmak demek. Daha önce de söylediğim gibi, insanların fikrini onlarla konuşarak değil kalplerine konuşarak değiştirebilirsiniz. Onların düşünmesini sağlarsanız eğer daha politikleşirsiniz. Hümanist bir film yapmaya çalıştım, film ne kadar hümanist olursa o kadar politik olur. Sizinle konuşursam beni dinlersiniz, kafa sallarsınız ve biter. Sizi sarsarsam budur, başka bir şey yapmama gerek kalmaz.
Filmi yapmak için niye 25 yıl beklediniz?
İlk denememi 1988 yılında sinema bölümünden mezun olduktan sonra yaptım. Savaşın kokusu, yanmış etin kokusu burnumun ucuna geldi ve beni filmi yapmaktan alıkoydu. Kendime dedim ki, “Hazır değilsen çok karışık olacak”. Sonra ikinci savaş başladı ve aniden koku gitti. Bu sadece benimle ilgili değildi, çocuklarla ilgiliydi. Böylece anahtarı buldum, yani filmi nasıl yapacağım. Yönetmene ihtiyacım vardı. Ben çok fazla içindeydim, mesafeye ihtiyacım vardı.
Türk sineması hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
2008 Cannes’da ödül alan ‘Üç Maymun’u sevmiştim, bence başarılıydı.
Filmde espri dolu sahneler de vardı, bunları bilinçli olarak mı yaptınız?
Evet, ironi yaptım. Seyirciyi büyük bir gerilime sokacağımı biliyordum. Öğretmen hikâyesini size bir ara vermek için özellikle koydum. Patlama noktasında olduğunuzu biliyordum, tekrar başlamaya hazır olabilmeniz için size bir ara verdim. Kim bilir bir sonraki filmim kara mizah olur. Sonunda normal bir hayat yaşayabiliyorsunuz, sonunda gülümseyebiliyorsunuz. Aslında en iyisi, bununla yaşamayı öğrenmek.