Bir ay kadar önce, Şalom Gazetesi’ne misafir yazı sözü vermiştim, ama tarihi belirlememiştik. Geçtiğimiz Cumartesi, bu hafta için yazıyı göndermemin mümkün olup olmadığını öğrenmek için telefon ettiklerinde, Tel Aviv’deydim. Aslında cemaat gazetesi diye illa bu mevzulara girmeyi düşünmüyordum ama öyle denk gelince, bu kez, illa da bu konudan kaçmayayım dedim.
İsrail’e ilk gidişim değil, geçen sene ilk gezim, İsrail’in kuruluşunun altmışıncı yılına denk gelmişti. Radikal’e uzunca bir izlenim yazısı yazmıştım. Aynı şeyleri tekrar etmek istemiyorum. Dahası, bu kez, TRT Türk’e yaptığım Ortadoğu programı için yedi gün boyunca, İsrail ve Filistin’de bolca görüşme ve röportaj yaptık. O nedenle, havadan sudan söz etmek yerine, siyasi havaya dair izlenimlerimi yazmak istiyorum.
Malum, ABD’de Obama döneminin, dış politika önceliklerinin başında, İsrail-Filistin meselesinin çözümüne ilişkin olumlu bir adım atmak var. Ancak, yükselen tüm beklentilere rağmen, İsrail ve Filistin’de, farklı çevrelerden konuştuğumuz insanların çoğunun anlaştığı tek konu, ‘kötümserlik’di. Aslında, konu İsrail-Filistin barışı olunca iyimser olmak için gerçekten çok az neden var. İsrail-Filistin meselesi çözmeye çalıştıkça bulaşan bir kördüğüm olmaya devam ediyor. Diğer taraftan, bu, sadece İsrail ve Filistinlileri, oralarda yaşayanları değil, tüm bölgeyi, hatta tüm dünya siyasetini etkileyen bir kördüğüm.
O nedenle, her şeyden önce, ABD’nin dış politika tercihlerini belirleyenin, Obama’nın şahsi, siyasi eğilimleri olmaktan ziyade, ABD açısından bir ‘zorunluluk’ olduğunu görmekte fayda var. İsrail sağı Obama’yı ‘İsrail’e sert, Araplara ve/veya Müslüman dünyaya yumuşak’ olmakla, Filistin tarafı ise, klasik İsrail yanlısı politikaların maskelenmiş hali olarak samimiyetsizlikle suçlayıp, eleştiriyor. Oysa ABD’nin, İsrail’e şimdiye dek olmadığı kadar çok baskı yapmakta veya bunu denemekte ısrarlı olması, ABD’nin, sadece Ortadoğu’da değil, tüm ‘Müslüman dünya’ ile giderek artan bir gerilim ve çatışma içine girmesi ve bundan kurtulmaya çalışması ile ilgili.
Bu açıdan, ABD-İsrail ittifakı, ABD açısından vazgeçilmezliğini korumakla birlikte, giderek ‘maliyeti’ artan bir ittifaka dönüştü. Bu koşullar altında, Obama’nın acil bir ‘Filistin başarısı’na ihtiyacı var. Aksi takdirde, Müslüman dünyada giderek artan ABD karşıtlığının önü hiç bir şekilde kesilemeyecek. Dahası, bölgede ABD müttefiki olan ve zaten yıpranmış rejimler, radikal akımlar karşısında daha da zor tutunur hale gelecek. Bölgede, İran’ın - ABD’yi nükleer silahlanmasından daha çok endişelendiren- ‘ideolojik nüfuzu’ artacak.
Bu kaygının en açık işaretlerinden biri, Başbakan Erdoğan’ın ‘Davos çıkışı’nı, uluslararası camianın sessizce geçiştirmeyi tercih etmesiydi. Kuşkusuz, bu hesaplanmış bir olay değildi ama bu çıkış sayesinde, Hamas başta olmak üzere radikal çevrelerin gözü ve dikkati İran’dan Türkiye’ye döndü veya Türkiye ile dengelendi.
İsrail’in yeni sağ hükümetinin siyasi bakışı bir yana, İsrail dış politikasının genelde, bölgenin ve dünyanın bu yeni tablosunu okumakta zorlandığını düşünüyorum. İsrail’in resmi politikasının ‘varoluş’ kaygısına kilitlenmiş olması anlaşılır bir şey. Ancak, varoluşunu en çok tehlikeye atacak olan şeyin, kilitlenme ve panik olabileceğinin hesaba katılması gerekir.
İsrail’in (ve de Soğuk Savaş dönemi boyunca ABD’nin) tehdit olarak gördüğü seküler, modern Arap milliyetçiliğinin yerini alan İslamcı, radikal akımlar, siyasetler, daha büyük bir düşman yarattı. Hükümetleri ne derse ve ne yaparsa yapsın, İsrail’in varlığını toptan reddeden iki yüz milyon Arap’ın yerini, bir buçuk milyar Müslüman aldı.
Açık konuşacak olursak, gerçek tablo bu. ‘Müslümanlar nasılsa aralarında bölünmüş, nihayetinde her ülke kendi çıkarları doğrultusunda hareket eder’ diye hesap yapmak her zaman akıllıca olmayabilir. İsrail’in (ve hatta her ülke ve rejimin) varoluşunun teminatı, bir noktadan sonra, askeri, siyasi, ekonomik veya teknolojik gücüne değil, kendi içinde ve dünya çapında kurabildiği ve toplumsal alana yayabildiği barış alanının genişliğine bağlıdır.
Bugünden bakıldığında ne kadar zor ve uzak ihtimal olarak görülse de, bu hususu ciddiye alan bir İsrail, sadece İsrailliler, Yahudiler, Filistinliler, Araplar, Müslümanlar için de değil, tüm insanlığın barışı adına bir zorunluluk olarak görünüyor.
Anlıyorum, Yahudiler, ‘binlerce yıl kimsenin kılına dokunmadık da ne oldu, başımıza gelmeyen kalmadı!’ diyorlar/diyecekler. Ama nihayetinde, Romalılar bin yıl zulmettiler de ne oldu? Yahudiler hâlâ var ama Romalılar yeryüzünden silinip gitti.
Nuray Mert Kimdir?
1960 Trabzon doğumlu olan Nuray Mert, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Tarih bölümlerinde lisans eğitimi aldıktan sonra, aynı üniversitenin tarih bölümünde yüksek lisansını, siyaset bilimi bölümünde de doktorasını tamamladı. Halen İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyesi olan Mert, aynı zamanda Radikal ve Hürriyet gazetelerinde köşe yazarlığı, TRT Türk’te de televizyon programı yapıyor.