Çocukluk günlerinden bir arkadaşım var. Uzun süre bir araya gelemesek de, bir rastlantıyla buluştuğumuzda, ayaküstü söyleşip ayrılıyoruz. Onu çok eskiden tanımama karşın, ne benimle ne de başkalarıyla uzun süreli bir arkadaşlığının olmadığını, genelde ya eşiyle ya da bir başınayken karşılaştığımızı gördüm. Önce belki rastlantıdır diye düşündüm. Mutlaka toplandığı, birlikte gezip eğlendiği arkadaşları vardır diyordum. Sonra bu konuyu, başka eski ortak arkadaşlarımla konuştuğumda, aynı görüşte olduklarını, kimi zaman da bilinçli olarak onunla bir araya gelmekten kaçındıklarını söylediler. Biraz daha eşelediğimde, o arkadaşımızın hiç bitmeyen karamsarlığının, her konudaki yakınmalarının, öncelikle yakınındakileri etkilediğini, onun yalnız kalmasında da en önemli etmen olduğunu düşündüm. Kimi zaman, karşılaşmamak için yolumu değiştirdiğimi de anımsıyorum.
Ne yazık ki her şeyden sürekli yakınan, yalnız kendi yaşamını değil, çevresindekileri de karartan bu tür insanlar çevremizden hiç eksik olmuyor. Bir topluluğun içinde bu olumsuz görüşlerdeki kişi ya da kişiler, bulundukları ortamdaki insanlara bu yaklaşımlarını bir virüs gibi bulaştırabiliyorlar. Kuşku yok ki, hepimizin ters giden işleri, sıkıntılı anları, olumsuz zamanları bizi karamsarlığa sürükleyebiliyor. Bunu paylaşmak, yakınlarımızdan bir destek beklemek, görüşlerimizin tıkanma anlarında farklı bir görüş almak kuşkusuz en doğal hakkımız; oysaki hiçbir olumsuzluğumuz yokken, her şeyi kapkara göstermekle, bir süre sonra inandırıcılığımızı yitirme durumunda kalabiliyoruz.
Yakınma hastalığına hazır reçetelerin bir yararı olmuyor!
Sözlerimizi bir öyküyle sürdürelim:
Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli her şeyden yakınmasından bıkmış. Bir gün onu tuz almaya göndermiş. Yaşamındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söylemiş. Çırak, yaşlı adamın söylediğini yapmış, ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başlamış.
“Tadı nasıl?” diye soran yaşlı adama öfkeyle:
“Acı” diye yanıtlamış. Usta gülümseyerek çırağını kolundan tutmuş ve dışarı çıkarmış. Onu sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürmüş ve bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söylemiş. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sormuş:
“Tadı nasıl?”
“Ferahlatıcı” diye yanıtlamış genç çırak.
“Tuzun tadını aldın mı?” diye sormuş yaşlı adam. “Hayır” diye yanıtlamış çırağı.
Bunun üzerine yaşlı adam, çırağının yanına oturmuş ve ona şöyle demiş:
“Yaşamdaki tüm acılar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok; ancak bunun acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Bir acın olduğunda yapman gereken tek şey onunla ilgili duygularını genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış!”
Yakınmamız, sıkıntılarımıza ortak aramamız doğal sayılabilir; bir hastalık derecesine çıkmadığı sürece...