Gittim, Gördüm, Yendim

İzel ROZENTAL Köşe Yazısı
16 Eylül 2009 Çarşamba

“Kaç ülke gördün ki sen bugüne kadar?”

Biraz da müstehzi bir ses tonuyla yöneltilen bu soru, Şalom okuru bir dostumdan gelmişti. Geçen yazımda ‘dünyada gezip görmediğim ülke sayısı azaldı’ dememe takılmış, aklınca haddimi bildiriyordu. Aktif iş hayatı esnasında, ticari konferans ve seminerler nedeniyle sayısız yolculuk etmiş bu muhterem zat, emekli olduktan sonra fotoğrafçılığı hobi edinerek, Antarktika dahil gezegenimizde ayak basılmadık yer bırakmamayı kendine görev edinmişti.

“Dök bakalım şu kâğıda gittiğin ülkeleri!”

Belli ki muhatabım benden ‘sen büyüksün abi’ cinsinden bir pohpohlama, hatta daha ötesi, Şalom’daki yeni köşemde yayınlanacak bir tekzip bekliyordu. Hesaba katmadığı unsur, bendeki yarım kan Aşkenaz inadıydı! Pes etmeye niyetli değildim. Burnuma tuttuğu kâğıdı aldım, gittiğimi hatırladığım ülkeleri aklıma geldikleri gibi yazmaya koyuldum.

Otuz sayısına ulaştığımda zorlanmaya başlamıştım. Güç bela kırkı buldum. Kırk üçte tıkandım. Vatandaş cebinden başka bir kâğıt parçası çıkardı. Meğer önceden çalışmışmış! Listenin altındaki sayıyı görünce hayretimi gizleyemedim: “Dünyada bu kadar ülke var mı?”

Karşıtımın listesiyle benimkini kıyaslayınca unuttuğum üç ülkeyi daha ekledim. Dostum muzaffer bir edayla beni süzerken pis pis sırıtmayı da ihmal etmiyordu. Kendince açtığı savaştan galip çıkmıştı. Ama yanılıyordu...

“Bunlar bu güne dek gittiğimiz ülkelerin listesi, bir de gezip gördüğümüz ülkeleri işaretleyelim!” dedim.

 

GİTMEK BAŞKA, GÖRMEK BAŞKA

Cevap vermesine fırsat tanımadan, hemen listemdeki altı ülkeyi bir hamlede çiziverdim. “Bunlar iş için gittiğim ama gezip görme fırsatı bulamadıklarım...” Ardından, arkadaşımın hayret dolu bakışına aldırmadan listemdeki bir düzine ülkeyi daha sildim. “Bunlar da fotoğraf çekmekten göremediklerim!”

Yakınlarım tanıktır; karikatürden önceki tutkum fotoğraftı. Gezilere her iki omzumda yirmişer kiloyla çıkardım. Dönüşteyse dostlar için aralara minik karikatürler serpiştirerek süslediğim dia gösterileri düzenlerdim. O esnada kendi çektiğim bazı fotoğraflara hayretle baktığım olurdu: “Buralara da mı gitmişiz yav?”

Allahtan günün birinde aklım başıma erdi de fotoğraf çekmek yerine karikatür çizmeye başladım. Aslında bunu büyük ölçüde fotoğraf sanatçısı dostum Moris Maçoro’ya borçluyum. İnsanlara baygınlık geçirttiğim bir dia gösterisinin ardından dayanamamış tepkisini açık sözlülükle dile getirmişti: “Fotoğraf çekeceğine neden karikatür çizmiyorsun?”

 

VENİ VİDİ VİCİ

O günden sonra özgürlüğüme kavuştum. Artık minik kameramla sadece anı fotoğrafı çekiyor, gerekince kısa notlar alıyorum. Hafızama kazınan anı kırıntılarından da öyküler yazıyorum...

Bir kaç hafta önce Gila Benmayor, Şalom için kaleme aldığı yazısında ‘mesleki deformasyon’dan söz ederek, gazetecilik uğruna yolculuklarında neler kaçırdığından dem vuruyordu. O yazıyı gülümseyerek okurken yıllar önceki ‘hızır fotoğrafçı’ halimi hatırlamadan edememiştim. Şimdi ise fotoğraf hastası bir gezgin, karşıma geçmiş şişinip duruyordu. Elindeki koca listeye bakakalan arkadaşıma son darbeyi indirdim: “Sen iyisi mi bu listeyi yırt at gitsin! Git önce o ülkeleri iyice bir gez gör, belki sonra beni yenersin!”

 

YENİDEN ALAÇATI

Önümüz bayram. Yolculuk göründü: İstikamet yine bizim Pötibörler ailesine doğru... Alaçatı şimdilerde iyice boşalmış, yazlıkçılar terk etmiş diyorlar. Kızıma, ‘Torunumu çok özledim, gelin bayramı hep birlikte İstanbul’da geçirelim’ dedim, ikna edemedim. ‘Dere Bey’i yatağından ayırmayalım baba, huysuzlaşıyor sonra...” dedi. Haksız da sayılmaz hani. Ayamama Deresi’ni yatağından ettiler, şu İkitelli’nin haline bakın! Hem Alaçatı da hiç fena bir yer değil, gittikçe bu şirin kasabanın taş evlerine ısınıyorum. Komşularımızın Rumlarınkini andıran şiveleri ile sıcaklıklarıysa ayrı hoşuma gidiyor.

Alaçatı ahalisi karmakarışık bir halk. İlk gelenler 1850’li yıllarda komşu adalarda yaşayan Rumlar olmuş. Bataklığı kurutup sakız, zeytin, incir ağaçları, üzüm bağları dikmişler. Birinci Dünya Savaşı esnasında bu kez de Balkanlar’dan Arnavutlar ve Boşnaklar gelmiş. Mübadele dönemindeyse Selanikliler göçmüş Alaçatı’ya. Bu gelenler tek bildikleri iş olan tütücülüğü yapmaya kalkışınca da toprak ana hâliyle itiraz etmiş, kurutmuş ekilenleri. Bunun üzerine göç başlamış Alaçatı’dan. Gidenlerin yeriniyse Anadolu’dan gelenler doldurmuş. Onlar da kavun ekmişler... Kavun işi de tutmayınca, bir kabahatli aranmış ve bulunmuş: Rüzgâr!

1990 yılında rüzgârı keşfeden Alaçatılılar, bunun ne işe yarayabileceğini düşünürlerken Avrupalı turistler gelip rüzgâr sörfü denilen yeni bir icadı tanıtmışlar. Bu işimize yarayabilir diyerek derhal bir sörf okulu açmışlar. Bol bol sörf öğretmeni yetiştirmeye başlamışlar. Yetişen öğretmenlere öğrenci bulmak için seferber olmuşlar. Bu kez maya tutmuş, duyan gelmiş. Ta İstanbul’dan gelenleri yatırabilmek için taştan minik oteller inşa etmişler. Bunlara da ‘butik taş otel’ adını vermişler. Şimdilerde bağcılık, zeytincilik, bademcilik, tütüncülük, kavunculuk rafa kalkmış görünüyor, dağ taş butik otellerle doluyor...

 

Nerdeee eski bayramlar!

Bayramı Alaçatı’da geçirmek iyi bir fikir midir inanın bilemiyorum? Eskiden bütün aile fertleri, aile büyüklerimizin evinde toplanır, bir akşam yemeğinde olsun geleneklerimizi yaşardık. Halen pek çok Yahudi ailesinde bu geleneğin sürdürüldüğünü görmekten mutluluk duyarım. Bayram akşamları annemlerin evinde en az yirmi, kayınpederlerimin evindeyse mübalağasız otuz kişi sayılırdı. Üstelik ne salonları, ne de masaları bunca insana hizmet edecek büyüklükteydi. Şimdi bayramı yaşamak için çocuklarımızın evine gideceğiz. Hem de bölük pörçük olarak... Nerde eski bayramlar diye yakınanlara romantik nostaljikler diye takılırdım. Meğer sırada olmak varmış: Nerdeee eski bayramlar!

Tüm okurlarımın bayramını kutluyor, mutlu yıllar diliyorum.