Türkiye’deki işlevine ve misyonuna çok saygı duyduğum, üstelik sadece bir kereliğine konuk olduğum bir yayın organı için bir yazı yazmayı denerken, akla ilk gelen şu oluyor: ne yazabilirim, ne yazmalıyım? Elbette benim gibi tam 43 yıldır kamu önünde ve büyük gazetelerde yazmış/yazan bir gazeteci için, konu bulmak mesele değil. Ama bu yazı en çok beni tanıtan, belki beni yıllardır okumuş, ama belki de hiç okumamış okurlara bir anlamda beni takdim eden bir yazı olmalı değil mi?
Öyle düşünerek yola çıktım ve sizlere tüm içtenliğimle, şu günlerde kafamı en çok meşgul eden konulardan söz etmek istedim. Elbette yaşın getirdiği sağlık sorunları, büyüyen ya da büyümüş, ama asla ana-babaların istediği noktaya gelememiş olan çocuklarımız, daha geçen günkü bir söyleşimde (bizim SABAH’ta çıktı) “içinde köpekbalıklarının her an sizi ısırabileceği bir okyanus”a benzettiğim medya denizinde kürek çekmenin dertleri üzerine de konuşabiliriz. Ama bunlar çok genel ve izninizle çok banal olurdu.
Evet, tam 43 yıl önce çiçeği burnunda bir mimar, ama aslında basında sinema üzerine yazmak (evet, sinema yapmak değil de sinema üzerine yazmak: ne kadar garip ve sağlıksız bir heves, değil mi?) isteyen bir üniversite/askerlik sonrası genç adam olarak kapısından içeri adım attığım Cumhuriyet gazetesinden başlayarak (orada tam 27 yılım geçti!), hep sinema üzerine düşündüm, yazdım. Dur-durak bilmeyen yazıların yanısıra, sayısı bu sonbaharda 40’ı bulacak olan kitaplar da yazdım ve elbette binlerce film seyrettim. Çocuklarıma ısrarla hep söylediğim gibi, ne olmak, ne yapmak istediğimiz değildi önemli olan... Onu yapmayı tutkuyla istemek ve bu isteği bıkıp usanmadan, sabır ve inatla yerine getirmek önemliydi.
Üstelik alanınız ve mesleğiniz ne olursa olsun, onda olabildiğince ilerlemek, bilgilenmek, öğrenmek ve gelişmek şarttı. Herhangi bir meslek için de şart olan bu koşulları, hele medya gibi bir alanda yerine getirmemek, çağın ve toplumun gelişmelerini izlememek, kendisini ruhu, zihni ve yüreğiyle birlikte yenilemeyip zamanın akışına teslim olmak, başka meslekleri bilmem ama medyada adına dinozor denilen konuma getirebilirdi insanı... Yani, kırk yıl önce ne yazıp söylüyorlarsa aynısını yazıp söyleyenler, yıllanmış öğretilerini, katı ideolojilerini, taviz vermez sözümona dik duruşlarını, çağı geçmiş bir milliyetçilik ve ırkçılık tavrını yerinden bir milim bile kımıldamadan savunanlar... Tüm insanları kökenleri, etnikleri, inançları ne olursa olsun ayni düzeyde sevip kucaklamayı başaramayanlar, ancak ‘öteki’ ve de düşman kavramlarıyla varlıklarını doğrulayanlar, empati diye bir sözü hiç duymamış olanlar... Siyaset alanında ise kendilerine ister sağcı, ister solcu desinler, Türklerin hep düşmanlarından ve düşmanlıklarından dem vuranlar, içimizde, çevremizde veya dünyamızda olabileceği kadar çok ‘kavim’le, olabileceği kadar çok etnik ve dinsel farklılıkla kucaklaşmayı başaramayanlar, mutluluk ve güveni ancak ‘kendilerinden’ olanların arasında bulanlar. Ve de elbette, her türlü barış çabasını, her türlü açılımı baştan reddedenler, farklılıkların güzelliğini farkedemeyenler, toplumu yeni ufuklara doğru götürmek yerine, eskimiş olan herşeyin tozlu, yıpranmış dünyasında dondurmaya çabalayanlar. Kim olduklarını kolayca görüyorsunuz, değil mi?
Ama ben ve benim gibiler, asla böyle yapmadık. Bizler, adına sanat denen insan ruhunu yüceltici uğraşın yorulmak bilmez neferleri olarak, onca filmi izlemekten aldığımız dersleri, onca farklı yaşama tanık olmanın, onca davanın bir seanslık savunucusu olmanın getirdiği eşsiz deneyimi ve birikimi çok iyi kullandık. Hep hoşgörüyü, sevgiyi, sağduyuyu savunduk. Ve hem sanatı sürekli izlemenin, hem de her konuda hoşgörülü olmanın getirdiği ivmeyle, bedenlerimiz eskise de sanırım hep genç kaldık, hep ürettik, hep hayata katıldık. Hâlâ da öyle yapmayı sürdürüyoruz.
İşte ben de yine sayısız filmin, demek ki yoğun bir çabanın bizleri beklediği ve üstelik önemli bir yaşdönümünü yaşadığım şu mevsim başında, beni sevenlerin karşısına sanırım iyi bir toplamla çıkıyorum. Gazeteci yaşamımın yıllardır bana getirdiği olanaklardan yararlanarak hemen hepsinin yakını olduğum, kimilerinin mahremiyetlerine girdiğim 50 kadar kültür ve sanat insanımızın portreleri bir kitapta toplanıyor: “Dorsay’ın Penceresinden: Kültür ve Sanat Dünyamızdan Portreler”. Cahide Sonku’dan Türkan Şoray’a, Yılmaz Güney’den Onat Kutlar’a, Yıldız Kenter’den Gülriz Sururi’ye, Çelik Gülersoy’dan Vitali Hakko’ya, Doğan Hızlan’dan Pınar Kür’e, Ayten Alpman’dan Sezen Aksu’ya kimler yok ki...
Bir diğer kitabım “Hindistan Sıcağından Norveç Buzuluna” adını taşıyor. Ve benim son dört-beş yılda yaptığım yolculukların izlenimlerini içeriyor. Özellikle beni mest eden ve görüp yaşadıklarımı ancak altı ay boyunca kâğıda dökebildiğim Hindistan... Ama ayrıca İran’dan Fas’a, Avustralya’dan Bosna’ya, Taormina Adası’ndan Yunan adalarına, Endülüs’ten Çek Cumhuriyeti’ne ve de tam 14 Anadolu kentimize uzanan izlenimler... Her zaman olduğu gibi, benim sinema sevdalısı kişiliğim kadar, tarih ve arkeoloji merakımdan, yemek düşkünlüğümden ve mimari eğitimimden de yararlanan biçimde... Ve ayrıca bizzat çektiğim resimlerle de süslü olarak...
Bir üçüncü kitabı ben yazmadım, ama ben konuştum!... Daha doğrusu yazar, hikâyeci, sinema eleştirmeni dostum Rıza Kıraç benimle defalarca bir araya geldi. Ve ortaya, sinema içi ve sinema dışı birçok şeyi ilk kez dile getirdiğim, sanırım ilginç bir söyleşi kitabı çıktı: “Sinemayı Yazan Adam”.
Bu üç kitapla da kalmıyor. Bir de sergim olacak; hayır, henüz resim yapmıyorum, ama fotoğraf çekiyorum. Uzun yıllardır çekerdim, ama son yıllarda daha ciddiye almaya başladım. Belki çok az kimse gördü, ama sinema sanatçılarına adadığım üç sergim açıldı ve de iki albüm-kitabım çıktı. Ama bu kez sinemacılar değil, Hindistan denen ülke sergimin konusu. Mart 2008’de yaptığımız yolculuğun yüzlerce resminden seçilmiş 50 kadarı, Kasım başlarında Levent’deki Beşiktaş Belediye Sarayı içinde açılıyor. Bakalım, bana çok heyecan veren bu yeni oyuncağın farklı ürünlerini nasıl bulacaksınız?
İşte benim cephemden haberler böyle. Görüldüğü gibi, ülke sorunları üzerine kafa yormaktan geri kalmıyorum. Ama asıl uğraşım olan sanatı, hemen her cephesiyle izlemeye ve kendi alanımda ürünler vermeye devam ediyorum. Hayatta mutluluğun belki asıl reçetesinin bu olduğunu söylesem, bilmem ki bana ukala der misiniz?
Atilla DORSAY kimdir?
Sinema yazarı ve eleştirmeni olan Atilla Dorsay, 1939 yılında İzmir’de doğdu. 1964 yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık bölümünden mezun olan Dorsay, iki yıl sonra Cumhuriyet Gazetesi’nde sinema üzerine yazmaya başladı ve sonra bunu asıl meslek olarak seçti. Cumhuriyet’te 27 yıl sürekli yazdıktan sonra Milliyet, Yeni Yüzyıl ve Sabah’ta yazmaya başladı. Sinema dışında yemek kültürü, şehircilik ve yaşam kültürü üzerine yazılar yazarak kitaplaştıran Dorsay, aynı zamanda İKSV yürütme kurulu, Sİ YAD kurucu üyesi ve onursal başkanıdır.