Protesto

İzel ROZENTAL Köşe Yazısı
23 Aralık 2009 Çarşamba

Sizin de bazen canınız çekmez mi? Kimi zaman içimin ta derinliklerinden yoğun bir protesto etme isteği yükselir. O anlarda mutlaka bir şeylere itiraz etmem, tavır koymam gerekir. Ya bazı köşeyazarlarına ağır mektuplar yazarım, ya yayımlanmayacağını bile bile hınzır bir karikatür çizer editörümü çıldırtırım, hiç olmadı kendime konuşma ortamı yaratır, ağzıma geleni ortalığa saçarım!

Geçtiğimiz hafta yine öylesi bir ruh hali içindeydim; mutlaka bir protesto eyleminde bulunmalıydım! Biraz da Açık Radyo yayınlarının verdiği gazla Kopenhag’daki BM İklim Zirvesi’ne odaklandım. Göz göre göre çocuklarımızın geleceği elden gidiyor, kimse kımıldamıyor!

Atladığım gibi uçağa, gittim Kyoto’ya. Biliyorum, şimdi Kopenhag nere Kyoto nere diyeceksiniz. Ama unutmayın, küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda uluslararası alanda mücadele, 1998 yılında Japonya’nın bu eski ama tarihi başkentinde imzalanan ve ancak yedi yıl sonra yürürlüğe girebilen Kyoto Protokolü’yle başlatılabildi. Bu protokolü imzalayan ülkeler, sera etkisine neden olan gazların salınımını azaltmaya söz vermişlerdi. Peki şimdi neredeyiz?

Çok çeşitli protesto eylemleri olsa da, ben bu aralar pek revaçta olan bir tanesini gerçekleştirmeyi kafama takmıştım: Papuç fırlatmak! Evde ayakkabı dolabımı karıştırdım, dişe dokunur bir şey bulamadım. Doğrusunu itiraf edeceksem, fazla ayakkabım yoktur, olanları da pek severim, fırlatmaya kıyamadım. Terliklerimse hafif geldi, karımın dolabına daldım. 35 numara kadın ayakkabısından ne çıkar demeyin, o sivri topuklar kafaya isabet etti mi, Allah muhafaza!

Dolabı açtım ki, aman Allahım ne çok ayakkabı öyle! Renk renk, dizi dizi gerçek bir ayakkabı sergisi! Arkalardan bir çift seçtim, nasılsa o kalabalığın arasında eksikliğini fark etmez diye...

Eylem ayakkabıları çantada, Kyoto’ya ulaştım. Sağolsunlar, geleceğimi haber alan karikatürcü Japon dostlarım beni karşılayıp ağırladılar. Onlara düşüncemi aktardım, beni acele Kyoto Protokolü’nün imzalandığı mekana götürmelerini istedim. Şaşırdılar. ‘Gel sana Kyoto’nun tapınaklarını, eski samuray mahallelerini gezdirelim, geyşaları, maykoları gösterelim’ dediler, ‘istemem’ dedim, ‘ben buraya protesto etmeye geldim!’

Meğer Japonlar bile sözleşmeyi dört yıllık gecikmeyle imzaladıklarından, Kyoto Protokolü adına inşa edilmiş bir abide ya da özel bir mekan yokmuş. Hayal kırıklığına uğradım tabii. ‘Hadi bana şu meşhur Manga müzenizi gösterin bari’ dedim, kırmadılar, dünyanın belki de en büyük çizgi roman müzesine götürdüler. Götürmekle kalmadılar, hemen beni ‘Küresel Isınma ve Dünya Barışı’ konulu bir sempozyoma konuşmacı yaptılar.

Fırsat bu fırsattır deyip açtım ağzımı yumdum gözümü. Dinleyicilere önce Şalom Gazetesi’nin ne kadar büyük bir gazete olduğunu, bu hafta - hem de reklamsız! - tam 24 sayfa çıktığımızı falan anlattım. Ardından Yahudiliğin ne demek olduğunu, sünnet işlemlerini şekil ve şemalarla gösterdim. Sonra dünya olaylarına giriştim. Türkiye’nin dünya barışı için ne denli önemli bir konumda olduğundan söz ettim. Pek bi Japon baktılar... Bunun üzerine küresel ısınma konusuna daldım. Afganistan’ı, Somali’yi, Sudan’ı örnek gösterdim. Bu ülkelere neden Kyoto Protokolü imzalatılmıyor diye hesap sordum. Hazır hızımı almışken de ne zamandır planladığım protesto eylemini hayata geçirdim. Çantamdan çıkardığım karımın ayakkabılarını, ‘Alın bakalım! Siz kendi protokolünüze sahip çıkmazsınız ha!’ diyerek bir tekini sağ taraftaki dostlarıma, diğer tekini de orta sıralardaki dinleyicilerin üzerine var gücümle fırlattım.

Güvenlik görevlilerinin gelip beni yaka paça götürmelerini bekliyordum, buna hazırdım da... Biraz direnir gibi yapacak ama çok da uzatmayacaktım, basit bir eylem uğruna sakatlanmanın gereği yoktu. Oysa kimse gelmedi. Kısa sessizlik anının ardından bir alkış tufanı koptu. Şu Japonlar tuhaf insanlar vesselam...

Toplantının ardından Japon dostlarım beni tipik bir Japon lokantasına davet ettiler. Tam sake kadehlerimizi tokuşturup hep birlikte ‘Campai’ yapıyorduk ki, telefonum çaldı. Arayan karımdı, morali çok bozuktu. ‘Çok acele dönmen lazım, başımız dertte!’ dedi. Meğer iki yıldan beri otomobilimizi park ettiğimiz evimizin önü İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne aitmiş. Belediyemiz çok sistemli çalıştığı için, iki yıl boyunca park ettiğimiz gün ve saatleri bir bir kayda geçirmiş, borcunuzu ödeyin diye mektup yazmış. Adamlar haklı, Kadıköy’e heliport yapacaklar, para lazım. Hemen kaba taslak hesapladım, arabayı satmak yetmeyecek, bu durumda Şalom’dan da zam istemem gerekecek. ‘Tamam, derhal dönüyorum’ dedim sevgili refikama. Bir sorun daha var dedi, ‘temizlikçi kadını da kovdum’ ‘Neden?’ diye sordum, ‘Kadının otomobiline de mi ceza gelmiş?’ Beklemediğim bir yanıt geldi: ‘Bugün fark ettim, bir çift ayakkabım yok olmuş!’

Bulduğum ilk uçağa atladığım gibi İstanbul’a geri döndüm. Yalanım varsa Japon olayım!