Dünyanın en güzel köşelerinden birinde yaşıyoruz. Tarih boyunca birçok değişik insan topluluğunu bağrına basmış, bir yanda onlara ilham kaynağı olurken, öte yanda, onların kendisine kattıkları ile yoğrulmuş, zenginleşmiş… Birbirinden farklı geçmişe ait insanlar sinesinde kaynaşmışlar, yaşamın zaman zaman acımasız dalgalarına birlikte karşı koymuşlar…
İstanbul… Asya ile Avrupa arasında, ne tamamen Asyalı, ne de görüldüğü kadar Avrupalı, ikisinin arasında, biraz da havada asılı… Ama muhteşem… Biraz derme çatma… İnsanın kendini konumlamasına göre, kesinlikle batılı veya kesinlikle oryantal… Hem de iliklerine kadar.
Bu tezatlar değil midir, kentin bu aroması değil midir onu 2010 yılının Avrupa Kültür Başkenti yapan? Tarihin derinliklerinden gelen o buğulu sesi değil midir, yaşayanlarını mahkum, gezenlerini hayran bırakan kendisine?
Ama yine de sormadan edemiyor insan kendi kendine “Hangi İstanbul bu?” diye…
Güzellikleri göz kamaştıran İstanbul mu, yoksa kendisine sadakatle bağlı olanları çaresizliğe boğan İstanbul mu? Kaldırımlarını sefalet içinde arşınlayan kalabalıkların kenti mi, yoksa ışıltılı mağazaların hakimiyeti içinde benzerlerine fiyaka satan, zenginlerininki mi? Yahya Kemal’in “…dün bir tepeden” baktığı veya Orhan Veli’nin “…gözleri kapalı” dinlediği, Lamartine’e, Franz List’e, Pierre Loti’ye ilham kaynağı olmuş İstanbul mu; yoksa önlenemez nüfus artışı altında inim inim inleyen İstanbul mu? Hangisi?
Nasıl yanıt vermek gerekir bu soruya bilemiyorum… Hissettiğim tek şey, kentin beceriksizce geleceğe gömüldüğüdür. Birbirini anlamayan, birbirine saygı duymayan, kendini yaşadığı kent ile özdeşleştirmeyen insan birikintilerinin, havasını, suyunu cömertçe harcadığı, sokaklarını, meydanlarını bilinçsizce oyunlarına sahne ettikleri talihsiz bir kent… Eski günlerinin özlemi içinde, kurtarıcılarını bekleyen bir kent…
Çok mu kararttım diye düşünüyorum!
İşte diyorum müzeleri var… Kültürel etkinlikleri var… Uluslararası toplantıları var… Koca koca binaları, kuleleri, köprüleri var… Sonra yakında ülkenin finans merkezi olacak… Zaten şu anda bile ekonominin kalbi burada atmıyor mu? Bir de kafeleri, eğlence yerleri var… Yani 24 saat mesai var kentte… O zaman daha ne istemek gerek ki?
Sonra yağmurda su birikintilerine teslim olan çaresiz yayalar geliyor gözümün önüne: Seke seke geçiyorlar karşıdan karşıya veya küfür savuruyorlar kendilerini ıslatan sorumsuz şoförlere…
Sonra otobüsleri, trenleri, vapurları var, salkım saçak… Bir de geçenlerine değişik tuzaklar kuran daracık sokakları… Ve üzerinde hız yapılmasını önleyici kasislerin kişinin organlarını ciddi bir şekilde zıplattığı, geniş caddeleri… Gecekonduları ile rezidansları birbirlerine nispet yaparmışçasına kesişiyorlar karşılıklı… Tefrika halinde metrosu bile var, kentlere şenlik!
Bunları ardı ardına düşününce, gözüm ne Boğazın güzelliğini ne Adaların özelliğini, ne Sultanahmet’in ihtişamını ne Ayasofya’nın tarihi dokusunu görüyor. Kararıyor alabildiğince…
Hangi İstanbul, kimin İstanbul’u Avrupa’nın Kültür Başkenti? Üstü forma – altını sorma kentimin neresi?
Ama olsun! Birileri bize rağmen, yüzümüzü kızartırcasına, elbirliği ile canına okuduğumuz İstanbul’u Kültür Başkenti yapmış… Keyfini sürelim…