Türkiye son yıllarda büyük bir ‘dönüşüm’ sürecinden geçiyor. Siyasetten dış politikaya, ekonomiden kültüre, değişen, dönüşen ve küreselleşen dünyada giderek önemi artan bir Türkiye gerçeği ile karşı karşıyayız. Küreselleşen bir Türkiye, Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakere süreci götüren bir Türkiye, dış politikasında bölgesel güç-kilit ülke konumuna yükselen bir Türkiye, ekonomisi G-20 ülkeleri arasında yer alan bir Türkiye, kentleşen ve orta sınıfları güçlenen bir Türkiye, modernleşen bir Türkiye, tüm bu saptamalar, aynı zamanda da, yaşanılan büyük dönüşümü simgeleyen göstergeler ve bu dönüşüm ortaya çıkarttığı Türkiye tabloları. Küresel İlgi ve Şüphecilik Bu dönüşüm, bir taraftan, Türkiye üzerine küresel ölçekte bir ilgi yaratıyor. “Küreselleşen dünya ve geleceği” tartışmalarının önemli aktörlerinden biri olarak görülüyor Türkiye. Türkiye üzerine ilgi küresel ölçekte artıyor ve yaygınlaşıyor. Ama bu ilgi, ‘şüpheciliği’ de içinde barındırıyor. Türkiye üzerinde ilgi ve şüphecilik eş-zamanlı olarak ortaya çıkıyor; Türkiye üzerine yapılan tartışmalar, çalışmalar, konuşmalar, gerek akademik, gerekse de kamusal/siyasi olsun, ilgi ve şüpheciliği eş-zamanlı olarak içinde taşıyor, eş-zamanlı olarak seslendiriyor. İlginin nedenini biliyoruz. Küreselleşen dünya büyük bir çalkantı içinde. Afganistan-Pakistan’dan İran’a ve Irak’a, Ortadoğu’dan Balkanlara ve Kafkasya’ya kadar uzanan geniş bir alanda yaşanan küresel güvenlik riskleri, küresel terör, küresel ekonomik kriz, küresel yoksulluk, işsizlik ve yoksunluk, ve küresel iklim değişikliği, küreselleşen dünyanı çalkantıya, belirsizliğe, riske ve güvensizliğe götüren ciddi sorunlar. Bu sorunları tek başına, hegemonik güç ve lider olsa bile, tek bir devletin çözmesi mümkün değil. Küresel çalkantı sorununa çözüm küresel ve bölgesel işbirliği ve beraber ve çok taraflı hareket etmeyi gerekli kılıyor. Tüm bu sorun alanlarında Türkiye’nin çözüme katkı verme kapasitesi ve potansiyeli, kendisini hem kilit aktör konumuna yükseltiyor, hem de kendisi üzerine küresel ölçekte artan bir ilgi yaratıyor. Bu konumu bilen Türkiye’de, son dönemde güvenlikten enerjiye uzanan geniş hatta aktif bir dış politika izliyor, özellikle Ortadoğu’da bölgesel işbirliğine dayalı bir hareketlilik yaratma çabasına giriyor ve ekonomik dinamizmden kültürel kimlik yakınlaşmalarına, bölgesel bir güç gibi davranmaya başlıyor. Muhafazakârlık ve tepkici milliyetçilik Bununla birlikte, Türkiye’nin yaşadığı dönüşüm, kendisine olan küresel ilgi içinde ciddi şüpheci bir konumun doğmasına da neden oluyor. Önemli bir ikilemle karşı karşıya kalıyor, Türkiye. İlgi eş-zamanlı şüpheciliği yaratıyor. Şüpheciliği, sadece bazı güçlerin ve aktörlerin Türkiye’nin artan bölgesel gücünü ve küresel ilgi kaynağı olma konumunu hazmedememesinden kaynaklanan bir sorun olarak göremeyiz. Bu, hem indirgemecilik olur, hem de sorunlara göz kapatma. Şüpheciliği, son dönemde Türkiye-İsrail ilişkilerinde yaşanan gerilimin bir sonucu olarak görmekte, indirgemeci, ya da tek-boyutlu bir açıklama olur. Bu nedenle de, şüpheciliği dikkate almamız ve üzerinde tartışmamız gerekiyor. İlgi ile şüpheciliğin eş-zamanlı yaşanması ikilemi, çok-boyutlu, objektif ve indirgemeci olmayan bir tartışmayla çözülebilir Bu bağlamda da, şüpheciliğin ortaya çıkması ve yaygınlaşmasını açıklayan daha anlamlı yanıtın, Türkiye’nin yaşadığı ikinci ama esas ikilemde aranması gerektiğini düşünüyorum. Bu ikilem de, yaşanılan büyük dönüşümün, bir taraftan, dışarıda, küreselleşen dünyada, aktif ve kilit ülke konumunda bir Türkiye yaratırken, içerde, siyasi ve birlikte yaşama alanındaysa, giderek muhafazakârlaşan, tepkici bir tarzda milliyetçilik ideolojisi ve stratejisinin güçlendiği, kurumların çatıştığı ve toplumun kutuplaştığı bir Türkiye yaratmış olmasından kaynaklanıyor. Türkiye, yaşadığı dönüşüm süreci içinde, demokrasisi ve birlikte yaşama kültürü güçlenen bir ülke olmak yerine, tam da aksine, kimliklerin kendi içlerine çekildiği, kendileri için güvenli sığınaklar yarattığı, kendisinden farklı olanı ‘öteki’ olarak gördüğü ve dışladığı bir muhafazakârlaşma sürecine giriyor. Bu muhafazakârlaşma süreci, bir boyutuyla, İslami kimliğin, siyasi, ekonomik ve kültürel olarak güçlenmesi, topluma yaygınlaşması ve orta sınıflaşması temelinde yaşanıyor. Ki, bu eğilim, ‘egemen muhafazakârlaşma eğilimi’ olarak, hem AKP’nin çoğunluk hükümeti olarak 2002’den bugüne Türkiye’yi yönetmesi; ekonomik düzeyde, gerek statü, gerekse de sınıf olarak, ‘yeni muhafazakâr orta sınıflarlar’ın güçlü ve zengin ekonomik aktör konumuna gelmesi ve kültürel düzeyde, ‘mahalle baskısı’ olgularını ortaya çıkartıyor. Ama muhafazakârlaşma eğilimi, aynı zamanda, laik orta sınıflar ve CHP olgusu içinde, ‘laik muhafazakârlığı’ da yaratıyor. Tepkici, korumacı ve içe kapanmacı, hatta toplumsal sorunlara ilgisizlik, yabancılaşma ve “tüketim-eğlence-yaşam tarzı fetişliği” olarak yaşanan laik muhafazakârlık, dinsel, etnik ve kültürel temelde farklı olanı ötekileştirici ve dışlayıcı nitelikte hareket ediyor ve korku, endişe ve geleceğe karşı güvensizliği seslendiren bir ortaya sınıf kimliğine bürünüyor. Dahası, yaşadığımız dönüşüm, etnik kimlik temelinde, ağırlıklı olarak Kürt sorunu üzerinden hareket eden bir ‘etnik muhafazakârlaşma’ da yaratıyor. Etnik kimliği Türk ya da Kürt kimlikleri içinde gören ve yücelten bu muhafazakârlaşma da, son dönemlerde, yeniden güçleniyor. Güçlenen bu muhafazakârlaşma dalgası ya da eğilimini simgeleyen kentlerimiz bile var; Kayseri ve Sunni muhafazakârlaşma, İzmir ve Laik muhafazakârlaşma, Diyarbakır ve etnik muhafazakârlaşma gibi. Bu illerimizi tam anlamıyla böyle görmek ve tanımlamak hatalı olsa bile, muhafazakârlaşma dalgasının gücünü göstermesi açısından aydınlatıcı oluyor. Dahası, muhafazakârlaşma güçlendikçe, tepkici milliyetçilik de güçleniyor. Tepkici milliyetçilik, hem farklı muhafazakârlaşma eğilimleri arasındaki gerilim ve çatışmacı ilişkiden, hem de Türkiye’nin küresel çalkantı yaşayan dünya içindeki dönüşümünün içerdiği belirsizlikten, risklerden ve güvensizliklerden kaynaklanıyor. Böylece, muhafazakârlaşan Türkiye, içinde toplumsal kutuplaşma ve ayrışma, kurumlar arasında çatışma ve iktidar ve muhalefet partileri arasında uzlaşmazlık yaşayan bir Türkiye oluyor. Tepkici milliyetçilik, kutuplaşmaların, çatışmaların ve uzlaşmazlıkların temel hareket tarzını ve söylemini oluşturuyor. Ve Türkiye, yaşadığı büyük dönüşüm içinde, muhafazakârlaşma-tepkici milliyetçilik kıskacına giriyor. Demokrasinin güçlenmesi Dışarıda değeri artan, kendisine ilgi çeken Türkiye, içerde muhafazakârlaşma-tepkici milliyetçilik kıskacında istikrarsızlaşıyor ve yaşanılan bu ikilem, Türkiye’ye olan ilginin içine şüpheciliği de sokuyor. Türkiye nereye gidiyor? Türkiye eksen mi değiştiriyor? Türkiye Batı’dan kopuyor mu? Türkiye yeni dostlar kazanırken eski dostlarını (İsrail gibi) kaybediyor mu? Tüm bu şüphelerin, en önemli kaynağı, Türkiye’nin kendi içinde yaşadığı ikilem; istikrarsızlık, kutuplaşma ve çatışma. Sorunlu olan, muhafazakârlaşma ve tepkici milliyetçilik. Eksik olan, demokrasinin güçlenmesinin ve birlikte yaşama kültürünün başta hükümet, devlet seçkinleri, muhalefet partileri, ekonomik ve sivil aktörler, medya ve bizler tarafından içselleştirilmesi. Demokrasi ve birlikte yaşama kültürünü güçlendirmeyen bir Türkiye’nin, bugün sahip olduğu küresel ölçekteki ilgiyi kaybetmesi, buna karşın da, kendisine karşı şüpheciliğin güçlenmesi kaçınılmazdır. 2010 yılı, içerdiği tüm zorlukların yanı sıra, bu riski taşımaktadır. Prof. Dr. E. Fuat KEYMAN kimdir? Koç Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekan Yardımcısı olan Prof. Dr. Fuat Keyman, üniversitenin Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi olmasının yanı sıra, Küreselleşme ve Demokratikleşme Araştırma Merkezi’nin (GLODEM) direktörü ve Ekonomi ve Dış Politika Araştırma Merkezi (EDAM) kurucu yönetim kurulu üyesi. Demokratikleşme, küreselleşme, uluslararası ilişkiler, sivil toplum ve Türkiye’de devlet-toplum ilişkileri gibi konularda uzmanlaşmış olan Prof. Keyman’ın Türkiye’de ve yurtdışında yayımlanmış çok sayıda kitap ve makale çalışması bulunuyor. Keyman’ın Radikal 2’de her hafta makaleleri de yayınlanıyor.