Mecburen, mecburen; mecburiyetten

Köşe Yazısı
30 Aralık 2009 Çarşamba

Vladi BENBANASTE


Severim yılbaşlarını… Kasım sonunda başlar; her taraf gelin gibi süslenir… Işıl ışıl, cıvıl cıvıl… Orhan Veli bu devirde yaşayıp gözlerini kapatıp İstanbul’u dinleseydi eğer,  kim bilir yazacak ne güzellikler bulurdu…

Bulur muydu bilmem ama severim yılbaşlarında İstanbul’u. Bir kere bende psikolojik bir etkisi vardır… Bir dönem biter, yeni bir dönem başlar. Büyük büyük kararlar alırım, ‘yeni yılda söööle yapıcam böööle’ yapacağım gibi… Mesela her yılbaşı, pazartesi niyetine, rejime başlamaya karar veririm. Çok uzun zamandır gelenek olarak 1 Ocak günü sabah (uyanabildiğimiz kadar sabah ) Boğaz’da uzuuun bir yürüyüş sonrasında Sadekafe’ye gideriz “kahvaltıya” . Hani recim… Canım başlıcaz dediysek 1 Ocak demedik ki, ocağın ilk pazartesi demek istedik… Kaşerli yumurta bana bakarken… Başka ne diyebilirim ki vicdanım !! Sen bugün görmeyiver, söz, en kısa zamanda yetkililere haber varıp bu işin çaresine bakacağız… Hem biliyorsun, patron ( başıma gelen yanlış alarmdan sonra vücudumun patronu midem oldu ) kızıyor… Dellendirme şimdi adamı … 1 Ocak,  1 Ocak… Sabah sabah… 

Bir de 31 Aralık gecesi sorunumuz var… Hani o gece eğlenmek “mecburen ya” kutlama yapmayanları, tutuklarlar ya… Her zamanki gibi yılbaşına bir kaç hafta kala bizim klanda bir kıpırtı başlar “ naapıyosunuz yılbaşı” herkes bir diğerinin programını beklediğinden “ hiiiiç!?!?  Ya siz??? ”  “Biz de hiiiiç “ zaman yaklaştıkça, program oluşmadıkça, tuzak sorular başlar, “siz ne yapıyorsanız biz de onu mu yapsak? Bu durumda karşı taraf  “ biz bir şey yapmıyoruz evde oturacağız bile diyemez, yaklaşık son 15 senedir her zaman “son an” kurbanı çıkmıştır. Genelde de klan üyeleri olarak birbirimizden ayrı geçiremediğimiz için yaklaşık 20 -25 kişi toplaşırız yılbaşlarında… (nazar değmesin) Bir de nedendir bilinmez, bütün sene aklıma gelmeyen, hiç yemediğim şeyleri canım çeker o gece... İlla yicem yani. Aşerdim herhalde, yalnız ben değil herkes böyle; aman şunu unutmayalım… Kuşsütünü kim alacak… Bundan da olsun, şu da eksik olmasın… Sonuçta her şey, ama her şey alınır. O kadar da becerikliyizdir, çeşit ve miktar konusunda ama nedense; kimin evinde yılbaşı kutlanıyorsa o ev ahalisi yaklaşık 1 hafta “kalanları” tüketmekle uğraşır.  Yılbaşını bir kaç saat gece görülen “ortak hesap muhasebesi” bizleri ayıltmaya yeter. Eee!!!  Kuşsütü pahalı ne edeceksin?

Yıllardan bir yılbaşı sürüden ayrılmaya karar verdik. Sevgilim; eşim , “yılbaşında Taksime – Beyoğlu’na gidelim çok güzel oluyormuş ” diye lambasından “cin” bir fikir çıkarttı. Hay aksi, yıllardır bu anı korku ile bekliyordum. Sonunda oldu;  yılbaşı – Taksim – Beyoğlu – ve ben… Hiç ama hiç uymadı. Ben de, hani birazcık programı yumuşatayım diye; ‘sokaklarda,  serserisi var, sarhoşu var’ ne işimiz var oralarda filan diyecek oldum. Dedim de, ama biliyorsunuz “kadın isterse” iş bitmiş demektir. Program şu, hayalim(iz) şu imiş: şimdi gideceğiz Taksim Meydanı’na takılacağız, orada cümbüş var, eğlence var, hareket var… Oralarda öyle moron moron takıldıktan sonra Beyoğlu’na yürüyerek gidecekmişiz. ( Daha kötü ne olabilir) Oralarda sokaklarda, açık havada bir seyler yiyecekmişiz. “eeee sonra” sonra da dolaşa dolaşa o kafe senin, bu bar benim eğlenecekmişiz..” Ne güzel di mi? “ Evet dedim… Bazı şeylerden kaçamazsınız bari zevkini almaya bakalım… Bir çift arkadaşımız daha bizim bu “orijinal eşi benzeri olmayan”  programımıza katıldı. 

İnfaz günü geldi çattı, ne demişler sayılı gün çabuk geçer. İşten gelebildiğimce erken eve geldim. Acele acele bir duş, giyin… Tam bu sırada -gel de mucizelere inanma- terliksiz koşuştururken sağ ayak küçük parmağım  (münasebetsiz şey böyle bir akşamda yapılacak şey mi bu !) kapının pervazına bir takıl, bir takıl… Parmacığım sağ tarafa doğru yat… Kırıldı mı, koptu mu anlayamıyorum. Yerde kıvrım kıvrım dolanıyorum… Eşlerin en iyisi “buz tedavisi yapıyor” içimden yırttık galiba Taksim maksim yok… Kuvvetli bahanem var:  parmağım… Biraz buz tuttuktan sonra, eşlerin en şefkatlisi canımın içi  “Geçti değil mi?”dediğinde, kaçış planının bu kadar basit olmadığını anlamaya başladım. Program, randevu gecikince çılgın programa eşlik edecek olan çift de bize geldi… Doktorculuğu meslek edinen kocası ( makine mühendisidir ama teşhisi kuvvetlidir) “Aaaa ben  bunu biliyorum.- Nereden biliyorsa-  yapılacak bir şey yok, şimdi ben onu yanındaki parmağa sıkıca bağlarım, kendiliğinden geçer” dedi.  Ümitlendim… “Bu halde sokağa çıkamam değil mi?” diye sordum.  Makine mühendisi doktorum “tımbır ayakkabım var ise, bunun sert olduğunu ve ayağımı koruyacağını, zaten gerekli tedaviyi !! yaptığını bu sebeple mazeret izni veremeyeceğini” söyledi. Mühendis bey havaya girmiş, neredeyse vizite ücretini söyleyecek. Halimi soran yok…

Sonuçta o gece kırık parmağım ile bir yanındakini “doktör” yardımı ile birbirine bağladıktan ve “tımbırland”  ayakkabımı giydikten sonra kendimi seke seke Taksim’den , Beyoğlu’na yürürken buldum…. Ölmek var, dönmek yok… Taksimdeki “şahane” kutlamalara da katıldık, Beyoğlu’nda -kendimizi tek akıllı bildiğimizden hiç bir yerde rezervasyonumuz yoktu- takılacaktık öyle;  bir sağa bir sola. Birçok lokal, lokanta, bar ve bilumum “sıcak ve oturacak yeri olan mekandan”  maalesef efendim “iğne atsanız yere düşmez diyemeyeceğiz çünkü bu testi yapacak yerimiz bile yok” cevabını aldığımızdan 12’ye çeyrek kala , köhne bir lokantanın en ucube masasında kalmamış yemekleri yerken “ ne iyi ettik de, bu yılbaşını da böyle geçirdik” şekilde düşünüyordum…

Bu sene, yine Beyoğlu’ndayız… Bu defa,  bir lokalde kasım ayından ayrılmış yerimizde, “mecburen, mecburen, mecburiyetten”  şarkısı ile yılbaşına “eğlenerek”  gireceğiz… Yine klanımızla, yine hep beraber… Bu arada küçük parmağımın selamı var… Soracak olursanız; iyi olduğunu söylüyor…

SEVGİYLE KALIN…