Yeni yılda yeni bir takvim sayfasıyla birlikte çoğu zaman içimizde de bir sürü sayfa açılır. Bu sayfalar coşkulu, umutlu bir gelecek beklentisi kadar geçmişin muhasebesi ile de doludur.
Geçmişin hesaplarını yaparken genellikle hatalarımıza, yaşamımızdaki eksik yanlarımıza, yapmak isteyip yapamadıklarımıza odaklanırız.
Günlük yaşantımızda bizi her gün etkileyen konular geçmişten getirdiklerimizle ne kadar ilgilidir aslında… Bugün eşimizle, çocuklarımızla, arkadaşımızla, patronumuzla ya da çalışanlarımızla yaşadığımız ilişkiler genellikle sorunlarımızın odağını oluşturur. Günümüzü ve kendimizi değerlendirirken eksiklikler, yokluklar, yoksunluklar, öfkeler, suçluluklar hep etrafımızdaki diğer kişilerle olan ilişkilerle ilgilidir.
Hele ki anne-baba isek, çocuğumuzun zorluklarını, sorunlarını ve yetersizliklerini kendimizinkiler gibi yaşarız. Onun yaşadığı tüm sorunların bizdeki hangi eksiklikten kaynaklandığını merak eder dururuz. Her ne kadar mükemmel olmak istesek de hepimizin içinde mutlaka eksik bırakılmış bazı şeyler vardır.
Günlük hayatta her tür mesleği icra etmek için belirli bir öğrenme süreci, deneyim ve yeterlilik belgesi gerekir. Oysa ki anne-babalık, kendi anne-babamızdan aldığımız miraslar ile yaşamın ileriki yıllarında öğrendiklerimizi bütünleştirmeye çalıştığımız zorlu bir süreçtir. Ebeveyn olma hakkında pek çok yayın, ya da başka kaynaklar olmasına karşın, çoğu anne-babanın ne yapacağı ile ilgili kafa karışıklığı uzun yıllar devam eder. Aldığımız eğitim, edindiğimiz bilgi ve deneyim repertuarımızı zenginleştirir, bizi olgunlaştırır elbette. Bütün bunların daha ileriki yaşlarda edinildiğini düşünürsek, o yıllara kadarki deneyimimizin referansı en fazla anne-babamızdır.
İçine doğduğumuz aileyle ilişkilerimiz, sonradan kurduğumuz ailemizde kendisini tekrar eder. Bazen bilerek bazen de farkında olmadan kendi anne-babalarımızın yansıması oluruz. Bu durum ‘aile’ kavramının yaşamımızda ne kadar etkili olduğu ilkesini öne çıkarır. Aile terapistleri de, geçmişteki insan ilişkilerinin yaşanmakta olan ilişkilerde kendini tekrarladığını savunmaktadır. Sözgelimi, aşırı ilgili annelerin genellikle kendi annelerinin ilgisiyle boğulmuş çocuklar olduklarını gözlemleriz. Bazen de annenin kendi annesi ihmalkâr ya da ilgisiz olabilir ve ilgisizlik onun karşı kutba kayarak kendi çocuğuna karşı aşırı ilgili olmasına neden olabilir.
Ne kadar sevilirsek sevilelim, karşılanmamış ihtiyaçlarımız, gözden kaçmış duygularımız, merak edilmemiş meraklarımız, susturulmuş gözyaşlarımız vardır. Ancak birçoğumuz, yaşamdaki bu küçük sıyrıkları bir varoluş becerisine döndürebiliriz. Burada sanırım anahtar kelime ‘sevgi’. Eğer bir çocuk, koşulsuz sevgi ile büyütülmüş ve bunu hissedebilmiş ise bireysel özelliklerinin izin verdiği oranda tüm yaşam olaylarını yeniden yorumlama ve olumlama becerisi daha fazla olur. Bunu hep aşı ve hastalık ilişkisine benzetirim. Sağlıklı bir vücudun zayıflatılmış virüslerle büyük hastalıklara donanım kazanması gibi. Sevgi ortamındaki küçük sıyrıklar, büyük yaşam olaylarına karşı baş etme gücü kazandırır insana.
Başarılı bir ebeveynlik yapmanın anahtarı, kendi ihtiyaçlarımızla çocuklarımızın ihtiyacını ayırt etmek ve her çocuğun şahsına münhasır olduğunu bilerek ona uygun anne-babalık tutumları geliştirmektir. Anne-babaların çocuklarına verebilecekleri en önemli iki şeyi sembolik olarak anlatmak istersek ‘kök’ ve ‘kanat’ benzetmesini kullanmak yerinde olur. Burada kökler, bir çocuğa kararlı bir destek ve umursandığı duygusunun aşılanmasıdır. Kökleri geliştirmek için, çocuğunuza ‘koşulsuz sevgi’nizi hissettirmeniz, dünyada hiçbir şey yok ama bir tek ‘o’ varmış gibi ona zaman ayırmanız ve onunla ilgilenmeniz gereklidir. Kanatlar ise, eğitimle, cesaretlendirmeyle ve özgür bırakmayla gelişir. Bunlar, çocuğunuzun dünyada kendi yolunu bulmasına ve kendi potansiyelini keşfetmesine yardımcı olur. Çocuğunuzun kanatlanma zamanı geldiğinde, ona sorumluluk duygusunu öğretmiş, gelişiminin belirli evrelerinde sizden uzaklaşmasına izin vermiş, kendilerine güven duyabilmelerini sağlamış olmalısınız. Sevgi, bir çocuğun köklerini geliştirmesi için kesinlikle gereklidir, ancak yeterlilik duygusunu engellememelidir.
Kendini çocuklarına adayan ve bunu onlara söyleyen anne-baba, farkında olmadan çocuklarına bedel ödetmeye başlar. Çünkü çocuklar, ebeveynin yorgunluğuna ve üzüntüsüne neden olmaktan ötürü ağır suçluluk hissederler. Anne-babanın çocuğu dışında kendilerine ait alanları olmalıdır ve çocuğunuz zamanı gelip özgürleşmek istediğinde sizin ağırlığınızı omuzlarında taşımamalıdır.
Bireyler ebeveyn olduklarında da kendilerinin içindeki büyümemiş çocuk bir yerlerde durur. O çocuğun ilgi isteği, yetersizlik duyguları, kaygıları, korkuları, karşılanası sevgi ihtiyacı görünürdeki yetişkinde de var olmaya devam eder.
Çocuklarımız için kaygılandığımız, meraklandığımız, çözüm bulmaya çalıştığımız birçok durum gerçekte kimin öyküsüdür acaba? Çocuğumuzun mu yoksa içimizdeki çocuğun mu? İşte böyle bir kafa karışıklığı durumunda içinizdeki çocuğa sarılsanız bir türlü sarılmasanız başka türlü…
Feriha Şenkaya Dildar (Pedagog, MS.)
1989 yılında İstanbul Üniversitesi Pedagoji Bölümü’nden mezun oldu. 1990-1992 yılları arasında, İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Enstitüsü’nde Yüksek Lisans eğitimini tamamladı. Liverpool Üniversitesi ve Manchester Çocuk Hastanesi’nde ‘Çocuk Merkezli Aile Müdahaleleri’, ‘Uyum ve Davranış Sorunları’ ve ‘Gelişim Bozuklukları’ üzerine çalışmalara, aile terapisi ve oyun terapisi eğitim programlarına katıldı. 1998-2000 öğretim yıllarında Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde yarı zamanlı öğretim üyeliği ve 2000-2002 öğretim yılında Bükreş’te International Nursery School’da gönüllü danışmanlık yaptı. 1992 yılından bu yana PSİ Çocuk ve Aile Merkezi’nde çalışmalarını sürdüren Feriha Dildar, çocuklarda ‘bireysel terapi’ ve ailelerde ‘çocuk merkezli aile terapisi’ uyguluyor.