1950 yılında Almanya’nın ücra bir otelinde buluşan Yahudi Hannah Arendt ile Nazi sempatizanı Martin Heidegger neyi konuşmuşlardı? Bu ünlü iki filozof sevgili, savaş öncesi birlikteliklerini bunca acıya ve her ikisi de evli olmasına rağmen neden sürdürmeye karar vermişlerdi? ‘Sonsuz aşk’ mıydı? Yoksa başka bir neden mi vardı?
1950 yılının Ocak ayının bir gününde Almanya’nın Freiburg kentinin ücra bir otelindeyiz. Ve burada iki eski sevgili araya giren büyük savaştan sonra uzun zamandır ilk kez bir araya geliyordu. Sevgililerden biri 41 yaşındaki ünlü Alman Yahudisi Hannah Arendt, diğeri 60 yaşındaki, 20. Yüzyılın en önde gelen filozoflarından, nazi sempatizanı, Hitler’e herdaim hayranlık duymuş Martin Heidegger’di.
Ikilinin yıllar sonraki otel odası buluşma ayrıntıları belki röntgencilik yanımızı okşayabilirdi, lakin Nazi soykırımından ABD’ye kaçarak zor bela kurtulmuş ve çoğu akrabasını kamplarda yitirmiş ünlü Yahudi entellüktüel Hannah Arendt’in, savaştan sonra bile Nazizmin sonuçlarını görmezden gelip bu ideolojiyi kınamaktan kendini alıkoyan ünlü Heidegger ile hâlâ görüşmek istemesi, tarihi, psikolojiyi ve insan davranışlarının kaynağını inceleyen tüm bilimleri ilgilendirecek kadar ayrıksı bir hikâyeyi içeriyordu muhtemelen.
Otel odasında olanları ikisinin dışında kimse bilmeyecekti. Anılarında da bilinçlice yer vermeyeceklerdi. Lâkin, daha sonra hayatlarının neredeyse sonuna kadar tam 20 yıl boyunca gizlice buluşmaya devam ettikleri bilindiğine göre otel odası birlikteliği çok önem kazanacaktı.
Muhtemelen Arendt eski sevgilisine Nazi geçmisini kabul edip kamuoyundan özer dilemesini ve yeni bir hayata başlamasını önermişti. Veya Heidegger’in ödünsüz duruşu karşısında onu topluma ve akademik hayata tekrar kazandırmak için yardım edeceğini vaat etmişti. Veya sadece sevişmişlerdi.
Ne olmuşsa, olmuş olsun ama bu buluşma bunca acıya, bunca soykırıma rağmen Yahudi bir kadının Nazi sevgilisine olan koparılmaz bağının, aşkının apolitik özelliğini dışa vuran bir tezahüründen başka bir şey değildi, son tahlilde.
“Aşk” demişti, Arendt bir eserinde, “doğası gereği saftır, ulvidir, ruhanidir ve salt bu nedenden dolayıdır ki, sadece apolitik değil, tüm politika karşıtı insani dürtülerin en güçlüsüdür de…”
Hannah Arendt, 1900 başlarında asimile olmaya çalışan tipik burjuva Alman Yahudisi bir ailenin 18 yaşındaki kızıyken felsefe öğrenimi esnasında kendisinden 19 yaş büyük, evli ve iki çocuklu ünlü filozofa âşık olmuştu. Heidegger’in duyguları karışıktı. Aşıktı o da ama kesinlikle aile düzenine ve gittikçe yükselen akademik hayatına zarar gelmesini istemiyordu. Hannah’ın yaşadığı bir çatı katı odası buluşmaları ile tutkuya dönüşen aşklarını, her ikisi de her türlü engele karşı direnmek zorunda olan varoluşsal bir proje olarak değerlendiriyorlardı.
Oysa ki, zaman Hitler dönemine doğru hızla kayıyordu. Heiddger, Nazi ideolojisi sempatizanlığı ile akadamik hayatta hızla yükselirken üniversitesindeki Yahudi öğrencileri bile ihbar etmekten kaçınmıyordu. Hannah ise bir süre tutuklu kalıp, çok sonraları anılarında yazacağı gibi ‘ılımlı’ bir Alman polisinin yardımıyla serbest kalıp geleceğini ABD’ye kaçarak şekillendirecekti.
Ve ilginçtir, asimile olmayı seçip yahudiliğinden ‘kaçmaya’ çalışan dönemin her bilinçsiz Yahudisi gibi koluna sarı yıldız takıldığında, “Ailemle yaşadığım esnada Yahudi olduğumu bilmezdim. Şimdi öğrendim!” diyecekti, New York’a kaçmadan hemen önce. Yeni kıtada ünlenen bir siyaset bilimcisi akademisyen olur parlak ve girişken karakteriyle. Savaş boyunca kendini siyonist hareketin içine bile sokar. ‘Aliya Youth’ diye bilinen, Filistin’e genç yahudileri gönderen harekette çalışır uzun süre. Yahudi gazetelere yazılar verir.
Savaş biter. Heidegger geçmişini inkâr etmeyerek, dik bir duruş sergiler. Nazilikten arındırılma programlarına zorla katılır ama Nazizmin bilgiyi yücelten bir ideoloji olduğuna hâlâ inandığını söylediğinde akademik yasağa uğrar. İmdadına 1950’nin Ocak ayında otel odasında buluştukları eski sevgilisi yetişir. Tescilli antisemit karısının da yardımıyla Hannah’yı kullanmaya karar verir. Eski itibarına kavuşmak için ondan yardım talep eder. Hannah Arendt onu hâlâ deliler gibi sevmektedir, kendisi de evli olsa da. Ününden faydalanarak onu tekrar diriltmeye çalışır.
Arendt, 1961’de Kudüs’te yargılanan Adolf Eichmann’ın davasını izledikten sonra yazdığı yazılarla Yahudilerin hücumuna uğrar. Zira şöyle diyecekti yazısında: “Eichmann ‘kötü’nün kendisi değil, sadece, düşünmeyi bilmeyen, yaptığınının bilincinde olmayan ve emirlere uyan, sıradan bir memurdu. Onu, kötü’nün kendisi olarak suçlamak yanlış olacaktır.” Ve düşün tarihine geçecek o ünlü, “kötülüğün sıradanlığını” - “banality of evil” ortaya atacaktı. Oysa ki, Eichmann savaş sonrası bile pek fazla zarar görmemiş Macar Yahudilerinin katli için yoğun çaba sarfedecekti.
Arendt’in Eichmann’ı sıradan bir kötü görüp, kötünün kendisi olarak görmemesinin altında ne yatıyordu? Üstelik yargılamanın adil olmadığını iddia etmesi ne anlama geliyordu böylesi cani bir katili göz önüne aldığınızda?
Yoksa sevgilisini hâlâ hoş tutmaya mı çalışıyordu?
Kimse çözemedi bu denklemi.
Yahudi dünyasının çoğu, Arendt’i siyonist hareketin içinde olmasına, Holokost gerçeğine rağmen İsrail’e ve Eichmann davasına bakışı ile ‘self-hate’, kendisinden nefret eden Yahudi olarak gördü İsrail ile ölümünden az önce yaptığı ‘barış’a kadar.
Beğensek de beğenmesek de, Yahudi Arendt, Nazi Heidegger’e olan tükenmez aşkı, özgün hayatı ve siyaset bilimine yaptığı katkılar ile tarihe çoktan geçti.
Geriye şu ölümcül sorum kalıyor:
Bilinçli kötülüğü yapmayan, sadece emirlere uyduğunu iddia edenlere “sıradan kötü” deyip son tahlilde “suçsuz” diyeceksek, kötü’nün yaptıkları karşısında sessiz kalanları melek mi ilân edeceğiz?
Hepimiz melek miyiz yoksa??!!!