Dostlarım merak eder: “Onca uğraş için nasıl zaman yaratıyorsun?” Basit; hafta içinde şirketle ilgilenirim, malum ekmek teknesi, hafta sonralarında sıra diğer uğraşlara gelir. Cumartesi sabahları kitapçı - kırtasiyeci gezer öğleden sonralarıysa briç oynarım, pazarları deseniz yazı-çizi işlerine ayrılmıştır. Ama bir süredir bu disiplin bozuldu.
Pazar sabahları, henüz gazeteler gelmeden kapının zili ısrarla çalmaya başlıyor. Başlarda karımla birlikte telaş içinde yataktan fırlıyorduk ama artık alıştık, teyakkuz durumunda bekliyoruz. Bizim ‘pötibörler’, Dere Bey’i paketleyip kapının önüne bıraktıkları gibi sırra kadem basıyorlar. Sanki evimizin kapısı sinagog avlusu... Neymiş? Pazar günleri tatil günleriymiş, bakıcı kadın da izinli olduğundan bebeğe aileden birilerinin bakması gerekirmiş...
Şikâyet ettiğim sanılmasın, pazar gününün gelmesini iple çekiyorum. Çekmesine de çekiyorum da, deneyimli olanlar bilir, bu iş sanıldığından biraz daha zor! Kendisine hala bebek dedirten bu minik yaratık on beş aylık oldu. Başlarda emekliyordu, peşinden koşturmak nispeten kolaydı. Derken ilk adımlarını atmaya başladı, pek bir sevindik. O da sevindiğimizi anlamış olmalı ki, yürümenin bir gösteri değil, aksine son derece tehlikeli bir eylem olduğu hususunda bize çok yararlı bir ders verdi: Sağ gözünü salondaki sehpanın sivri köşesine nişanlayıp artistik bir uçuş gerçekleştirdi. Neyse ki iyi nişan alamadı da yarılan sadece kaşı oldu. Futbol maçlarında çok sayıda kırılan burun, patlayan kaş görmüşlüğüm vardır, ama bir bebeğin kaşından bu kadar çok kan akabileceği aklımın ucundan geçmezdi. O an dondum kaldım! Bereket, an be an her türlü felakete karşı tetikte duran karım süratle müdahale ederek limon kolonyası falan koklattı da güç bela kendime gelebildim.
O tarihi günden sonra karı koca daha dikkatli olmak zorunda olduğumuzun bilincindeyiz hep. Ben torunumun peşinde koştururken, karım da bir an olsun peşimizden ayrılmıyor, ikimizi birden kolluyor.
Yemek faslı ayrı bir curcuna. O ana kadar yerde bulduğu canlı cansız her şeyi ağzına atan küçük canavarın çenesi yemek vakti gelince her nasılsa kitleniveriyor. Açtırmak için karı koca bildiğimiz her numarayı döktürüyoruz. Olmayınca, bu kez mutfaktaki bütün gürültü çıkartan kap tencere ortalığa dökülüyor. O da para etmeyince soluğu çalışma odamda alıyoruz. Derler ya ‘adam olacak çocuk nigahından bellidir’ diye, bizimki kime çekmişse tam bir kitap kurdu! Sayfa hışırtısına bayılıyor. Üstelik iyi kitaptan anlıyor. Hangi kitap daha değerliyse onu seçiyor, ağzını lütfen açıyor, sonra da sayfalar hışır hışır... Sağlık olsun! Yeter ki torun aç kalmasın...
Akşam emaneti teslim ettiğimizde, üzerimize öyle bir ağırlık çökmüş oluyor ki, artık değil evi topralamak, yatağa gitmeye mecalimiz kalmıyor. Pazartesi sabahlarıysa işi kırmayı alışkanlık haline getirdim; komple rehabilitasyona giriyorum...
Kimi zaman karımla bakışıp, “Yahu biz mi yaşlandık, yoksa bizim torun mu farklı?” diye sorguladığımız oluyor. “Şimdiki çocuklar böyle” diye geçenlerde teselli etmeye çalıştı bir arkadaşım, “anneleri hamilelik süresince o denli vitamin yükleniyor ki, kabak sonunda büyük annelerle dedelerin başına patlıyor!” İnanmadım tabii, alt kattaki komşumuzun bir bebekleri var, sabah bırakıyorlar, akşam armut gibi aynı yerden topluyorlar...
Bu arada, ister istemez yeni bir dil geliştirdik. Annesiyle babası torunumuzla doğru dürüst Türkçe konuşurlarken, her nasılsa karımla farklı bir jargon kullanma gereğini duyumsuyoruz. Benim adım ‘diddey’ olurken, karımınki de ‘naan’ oluverdi. Hani çocukla konuşurken önemli değil de, uluorta birbirimize bu şekilde hitap etmeyi sürdürünce çevreye karşı tuhaf oluyor.
Geçen hafta işim nedeniyle Düsseldorf’taydım. Derdimi çat pat da olsa Almanca ifade edebilirim. Ama bütün bir günü Hindistanlı dostlarla Hint İngilizcesi konuşarak geçirdikten sonra akşam yemeği için tipik bir Türk lokantasına gidince birden dilim dolaştı: “Ben gagguli istiyorum, yumm olsun, yanına da az piij koyun. İçmek için de bou-buu ama bızzz olmasın” deyiverdim. Garson pek birşey anlamadı ama bozuntuya da vermek istemedi: “Sen burada kaçıncı kuşaksın abi!” diye sordu...
İşte bu yazı böylesi bir Pazar gününün ardından binbir zorlukla kaleme alındı. Aslında bu hafta İstanbul’daki otopark sorunundan dem vuracak, birazcık da çok sevdiğim Kuzguncuk semtiyle ilgili bazı eleştirel gözlemlerimi sizlerle paylaşacaktım. Ama bu saatten sonra kimseye çatacak gücüm kalmadı. Neye niyet neye kısmet! Gelecekteki bir yazıda, halim olursa tabii, bu konuları deşmeye çalışacağım. Şimdilik pazarları kapalıyız...