Kar gibi beyaz

Tilda LEVİ Köşe Yazısı
27 Ocak 2010 Çarşamba

Yaklaşık iki ay kadar önce, annem ufak bir ev kazası geçirerek kolunu kırdı. Civardaki en yakın hastaneye gittik ve acil serviste gereken müdahaleyi yaptırdık. İşlemlerin gerçekleşmesini beklerken, oğlum koridoru arşınlıyor, ben de ayakta duruyordum. Perdeyle ayrılmış yan bölmeden inleme sesleri geliyordu. Fena oldum; bildik bir sesti bu. On beş sene önce kaybettiğim babamdan da duymuştum aynı sesleri. O zamanlar algılamamış ya da algılamak istememiştim. Bu iniltiler iyilik habercisi değildi. Ne garip, bunca zaman sonra istenmeyen yaşanmışlıkları unuttum zannedersiniz.  Ama  hafıza bir film şeridi gibi. En küçük ayrıntı onu başa sarıyor. Az sonra oğlum içeri girdi: ‘Yan tarafta Şakir Eczacıbaşı yatıyor’ dedi. Daha da beter oldum. Birisine üzülmek için ona çok yakın olmanız gerekmiyor. Emek Sineması’nda Film Festivali sırasında sahnede ödül verirken gördüğüm, Sanat Festivallerinin basın toplantılarında karşılaştığım; gür kahkahalarına tanık olduğum; kütüphanemde ciltlerini biriktirdiğim Milliyet Sanat’ın yaratıcılarından olan hayat dolu bu kültür insanına hastalığı yakıştıramadım. Ne rahatsızlığı olduğunu bilmiyordum, ama perde aralığından üzerinde eşofmanı, nefes almakta zorlanan bir hasta gördüm, yanında da iki refakatçi…

Annemin alçısı yapıldı, hastaneden çıktık, olayı da unuttum. Aradan zaman geçince, gazetelerde Şakir Eczacıbaşı’nın resimlerini gördüm. Her zamanki gibi şık; başında şapkası, elinde bastonu ve yüzünde gülümsemesi ile. Öylesine sevindim ki. Hastanedeki hali gözümün önüne geldi. Rahatsızlığı her ne ise, atlatmıştı. Ne yazık ki, bu iyilik dönemi çok uzun sürmedi. Gerisi hepinizin bildiği: Şakir Eczacıbaşı’nı kaybettik.

İstanbul Kültür Sanat Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı olan Eczacıbaşı’nın en büyük eseri  İstanbul festivalleridir. Yanından ayırmadığı ‘Leica’sıyla, iyi bir fotoğrafçı olan Şakir Bey, aynı zamanda iyi bir iş adamıydı. Konuyla ilgili olarak Emre Kongar, 25 Ocak tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde şöyle yazdı: “Bir insanın bütün yaşamını tek başına ipotek altına alabilecek iş dünyası ile yine bir insanı tümüyle tutsak edebilecek kültür sanat faaliyetleri gibi iki farklı ve derin dünyayı kişiliğinde bütünleştirebilen bir Büyük İnsan’dı.” Ruhu şad olsun.

***

Birine üzülürken, bir diğerine seviniyor insan. Doğanın böyle bir dengesi var. Şakir Bey yaşama veda ederken, etrafına ışık saçan iki minicik bebek dünyaya geldi. Asya ve Deniz çok sevdiğim arkadaşlarımın ikiz torunları. Doğdukları gün yağan kar kadar saf ve güzeller. Anneleri bebeklerin elden ele dolaşmalarına kızmıyor, hatta bundan mutlu bile. Sadece hemşireler şaşkın bir edayla: “Ama bu çocuklar daha yeni doğdu” diye sitem ediyor. Akdeniz’in tüm renkleri odaya hakim. Zira anne Türk, baba İtalyan, aileler de kalabalık. Bu çocukların kitaba uygun büyüyebileceklerini hiç sanmıyorum. Çevresindeki tüm dostları, ikizlerin muhteşem olduklarına inanıyor ve şımartılmak için hazırda bekliyoruz.

Bir doğumdan daha büyük bir mucize olduğunu düşünemiyorum. ‘Yaşama tanıklık etmek’ bir bebeğin büyümesini izlemek değil midir?

Şehirde hâlâ kar yağıyor. Etraf bembeyaz. Birkaç gün sonra hava ısınacak. Sokaklar çamur içinde kalacak. Asya, Deniz ve diğer bebekler için dileğim, yaşamın onlara çamur sıçratmaması ve kar gibi bembeyaz bir yolda ilerlemeleri.