Bu şarkıyı hatırladınız değil mi? Ajda Pekkan söylerdi. “Hoşgör sen / Affet gitsin aldırma / Büyüklük sende kalsın sonunda...” Sözler Fikret Şeneş’e ait; 88 yaşında bir hanımefendi. Saçlarını değirmende ağartmadı elbet. Ne dediğini biliyordur kuşkusuz.
Ele aldığımız kavram, hoşgörü. Sıralamaya dikkat edin lütfen: Hoşgör, affet, sen büyüksün. Tam da benim dikkat çekmeye çalıştığım noktalar.
Fikret Şeneş’e saygılarımızı sunarak ondan ayrılalım ve kendi konumuza girelim.
Sözcükler çok önemlidir. Tanrı dünyayı konuşarak yaratmıştır. Sözcükler hem var, hem de yok eder. Bir insanı konuşarak öldürebilirsiniz. Yahudiliğin ‘sözlü kanun derlemesi’ Talmud der ki, bir kişiyi başkalarının önünde utandırarak yüzünün kızarmasına neden olmak, kanını dökmekle eşdeğerdir.
Dilerseniz şimdi sözcüklerle biraz oynayalım ve hoşgörüden tahammüle uzanan kavramları sözcüklerle ifade etmeye çalışalım. Bu arada dikkatinizi çekmek istiyorum, son günlerde hoşgörü yerine, müsamaha sözcüğü daha öne çıkmaya başladı.
Tolerans sözcüğünü hoşgörü olarak tercüme edenler vardır. Bir şeyi tolere etmek ne demektir? O şeye tahammül etmek, kaldırmak. Bünyem bu ilacı tolere etmiyor dersiniz örneğin; yani o ilaç hücrelerinize girdiğinde, bünyenizin rahatsız olduğunu söylemek istersiniz.
Tahammül dedik, kaldıramamak dedik... Hafiften ağıra doğru ilerleyelim ve ekleyelim: Görmezden gelmek, yokmuş gibi yapmak, müsamaha etmek, katlanmak, dayanmak, dişini sıkmak...
Gözünüzün önünde bir sahne canlandırın. Bir çocuk, bir büyük ve sıradan bir biblo. Çocuk bibloya şöyle bir uzanıyor, büyük, gözünün ucuyla bakıyor ama görmezden geliyor. Çocuk bibloya elini değdiriyor, biblo yerinde sallanıyor ama devrilmiyor, büyük ise bir şey yokmuş gibi yapıyor. Oynadığı oyun çocuğun hoşuna gidiyor ve bibloyu oyuncaklarının arasına katıyor, büyük, buna müsamaha ediyor...
Şimdi müsamahanın yerine, hoşgörü sözcüğünü koyalım. Ortada büyük yok, küçük yok. Tek büyük var, o da Yüce Yaradan. Kanun gözünde eşit sayılması gereken, eşit hak ve sorumluluklara sahip, Yüce Yaradan tarafından yaratıldıkları için değerli olan insanlar var. Bu insanların bazıları neyi kötü yapıyor da, diğerleri tarafından hoş görülmeyi hak ediyor? Hak ediyor diyorum çünkü bu durum, bir lütufmuş izlenimi yaratıyor. Cümleyi yeniden kurarak bir daha sorayım: Kötü bir şey mi yapıyorlar? Kötü bir şey yapanların karşısında, ‘kapı gibi kanun’ var. Bu arada, şunu da belirteyim, ‘bazıları’ ile ‘diğerlerinin’ her zaman aynıları olması şart değil. Bazı hallerde ‘bazıları’ olanlar, başka hallerde ‘diğerleri’ konumuna geçebilir.
O bazılarının farklı olduğu sanıldığı için mi varlıklarına katlanılıyor? Mesela birtakım şeyleri diğerleri gibi yapmıyorlar ve yukarıdaki sıralamayı takip edecek olursak, diğerlerinin canını sıkıyorlar ama o diğerleri dişlerini sıkıyor, ortada kötü bir şey yokmuş gibi yapıyor ve sürekli, bazılarını hoş gördüğünü söylüyor. Demek ki, aslında hoş görmüyorlar. Hoş görseler, ortada hoş görmeyi gerektirecek bir durum olmadığını da görürler. İşte o zaman sevgiden söz edilebilir. “Sen benden farklısın, benim gibi düşünmüyorsun, bazı şeyleri benden farklı bir şekilde yapıyorsun ama ben seni seviyorum. Olduğun gibi ol, yeter. Beni kandırmadığın, ahlâklı davrandığın sürece seni severim. Yaratan’dan dolayı severim, sen de bir ananın kuzusu olduğun için severim... Severim işte.”
Bize ait olan ne var bu dünyada? Her şey Yaradan’ın değil mi? Dünya, Shakespeare’in iddia ettiği gibi ‘bir tiyatro sahnesi’ değil. Oyun oynamaya gelmedik. Burada hepimiz sınavdan geçiyoruz. Deyim yerinde ise, dünya bir sınav alanı. Normalde sınav yerini düzeltilmeyecek kadar bozmamız, kirletmemiz ve kullanılmayacak hale getirmemiz beklenmiyordu ama bu başka bir yazının konusu olacak.
Hoşgörü diye bir olgu varsa, iyilik gibi olmalıdır. Nasıl ki gerçek iyilik başa kakılmaz, hoşgörü de ha bire başa kakılmamalıdır. Madem ki birbirimize hep hatırlatmak zorunda kalıyoruz, o zaman hoşgörüyü boş verelim, birbirimizi içtenlikle sevmeye çalışalım. Çalışa çalışa başarırız nasılsa.