Akşamın dokuzu olmuş! Tam iki saat kırk dakikadan beri yoldaydım, katettiğim mesafe yirmi beş kilometre. Direksiyon başında oturmaktan eklemlerim tutulmuş, güçlükle hareket ediyorum. Kapımızın önünde bir arabalık boş yer bulunması akşamın tek mutluluğu oluyor. Sulu sepkenle birlikte şiddetini artıran rüzgâr arabanın kapısını açmamı güçleştiriyor. Zorlukla dışarı çıkıyorum. Bir an önce soluğu eve atıp sıcak çorbama kavuşmak tek düşüncem. Fakat o da ne? Gecenin karanlığında dev gibi bir gölgenin hızla yaklaşmakta olduğunu fark ediyorum. Bir anlık arabaya mı, eve mi sığınsam tereddütünden sonra adamın üzerindeki sarı siyah üniformayı görüp rahatlıyorum; gaspçı değil, İsparkçı...
Adam tüm olumsuz hava koşullarına karşın elindeki koçandan bir makbuz kesmeye çabalıyor. Eşi benzeri bulunmaz bir vazifeşinaslık! İnsanın makbuzu ödedikten sonra bir de yüklüce bahşiş bırakası geliyor... İyi de, burası tam evimin önü. Üstelik saat akşamın dokuzu. Üstelik ana caddede değiliz; sokak arası... Kanın beynime çıktığı an!
- Ne yapıyorsun?
- Makbuz kesiyorum beyefendi...
- Ben bu binada oturuyorum!
- Olabilir. Biz arabanızı kolluyoruz...
- Sizden arabamı kollamanızı isteyen oldu mu? Emektar değnekçimiz bile bu saatte paydos ederdi... Böyle havalardaysa sıcak ülkelere tatile giderdi...
- Görev efendim, emir böyle...
- Üstelik burası ara sokak!
- Değil efendim. Burası cadde sayılıyor...
- Senden mi öğrenicem caddenin ne olduğunu? Ödemiyorum işte!
- Siz bilirsiniz efendim, ben kayıt tutuyorum.
- Tut bakalım, ben de hakkımı mahkemede ararım...
- Allah size kolaylık versin efendim. İstanbullusunuz değil mi?
İşte sözün bittiği yer. ‘İstanbullusunuz değil mi?’ sorusunun altında yatan kinaye yutulur cinsten değil! Adam görevine bağlı olduğu kadar nazik, sakin, bir o kadar da zeki. ‘İstanbul artık sizin değil, yeni sahipleri biziz’ demeye getiriyor, kibarca...
Evlendiğimden beri Moda’da oturuyorum, karım ise burada doğmuş. Sevdiğim, uğruna kitap yazdığım güzel semt Moda. Ama park sorunu son bir kaç yıldır canımızı sıkar oldu. Taşınmayı bile tartıştık bir ara. Kadıköy yakasında kalacaksak gönlüm Kuzguncuk’tan yanaydı. Neden mi? Birincisi, Kuzguncuk semti, halkı ve çevresiyle sanki hala yirminci yüzyılın ortalarında yaşıyormuş duygusunu uyandırır bende. Herkesin birbirini tanıdığı, insanların yolda yürürken durup selamlaştıkları, hal hatır sordukları, komşuluk -apartman komşuluğu değil- kültürünü sürdürebildikleri nadir eski İstanbul semtlerinden...
İkincisi, semtin merkezinde yanyana duran cami, sinagog ve kilise, farklı kültürlerin hala birarada yaşayabildiklerinin kanıtıdır. Üçüncüsüyse, Kuzguncuk’u mesken edinmiş sanatçı dostların çokluğu...
Ne ki, bu güzide İstanbul semti de mevcut konjonktürden nasibini almadan edememiş. Bunun ilk örneğine yedi sekiz yıl önce tanık oldum. O tarihte, ‘Avrupa Yahudi Kültürü Günü’ etkinliğini sıkışıp kaldığı Galata semti dışına taşımak gibi bir fikre kapılmış, etkinliğin Türkiye mimarı Silvyo Ovadya ve Şalom’dan Tilda Levi’yle birlikte Kuzguncuk’ta bir toplantı düzenlemiştik. Kuzguncuk Cemaati’nin ileri gelenlerinin yanısıra Cengiz Bektaş’ın da katıldığı toplantıyı büyük bir hayal kırıklığıyla sonlandırdığımızı hatırlıyorum. Kuzguncuklular bu etkinliği istemiyorlardı. Kuzguncuklulardan değil, Beykoz’a yerleşen yeni komşularından çekiniyorlardı...
İkinci örnekse geçen yılın Kasım ayından geliyor. Otopark sorunundan dem vurduğum bir başka yazım üzerine bana ulaştırılan bir mektup var. Yazarı Kuzguncuklu sade bir vatandaş. Dozer gücüyle gelen değişime karşı direnen kent insanın güzel örneklerinden birini oluşturuyor. Restore ettiği ahşap evinin kapısının önüne park eden araçlardan yılmış, isyanını dile getirmiş. İşte size 11 Kasım 2009 tarihli mektuptan bir kaç alıntı:
“Sevgili Komşular, ... Bildiğiniz gibi (...) sokak hafifçe kıvrılıyor. Evimin sokak kapısı tam o kıvrıma denk geliyor. Tek yönlü sokağın sol tarafına otomobiller park ediyor. (...) Arabalara sürüne sürüne evime girmek zorundayım. Pantolonumun çamur içinde kalması nadirattan değil. Bu arada kaldırım genişliği – ölçtüm – bir buçuk karış.
Bu durumun önüne geçmek için bana geçiş hürriyeti sağlayan saksılar yerleştirdim. 5/11/09 günü Üsküdar Belediyesi zabıta ekipleri saksılarımı kaldırdılar. Bu arada ben sinirli, zabıtalar gayet anlayışlıydı. Ama ellerinden bir şey gelmiyordu. Sokak arabalara tahsis edilmiş, mobil olmayan herhangi bir şey, örneğin saksı koymak, yasaktı.
Benim otomobilim yok. Ama ev ruhsatı alırken benden yüklü bir otopark harcı kesildiğini hatırlıyorum. Otomobil kullanmak zorunda olan komşularıma karşı saygılıyım. Ama şöyle bir gerçeği kabullenemem: Evimin önü ücretsiz otopark olacak ve ben sokak kapımdan çıkamayacağım. Sevgili komşular, bu adil değil!
Kendi sorunuma bir çözüm buldum. Tekerlekli bir el arabası satın alıp, evimin önüne park ettim. Mevzuat zorlanıp el arabam kaldırılırsa, çaresiz, trafik tescili olan bir Anadol pikap satın alıp evimin önüne park edeceğim. Pikabımın üstünü sanatçıların geçici sergilerine açacağım (‘zincirlenen yaya hürriyeti’ veya ‘sokaklar kimin?’ heykeli).
Sevgili komşular, 51 yaşıma girdim. Hayalim, anne babaların çocuk arabalarıyla bakkal ve manava gidebildikleri bir Kuzguncuk’ta yaşamak. Kapı önlerine park eden otomobiller yüzünden cenazelerin evden çıkamadıkları bir mahallede değil.”
Ömer Bey, dua edin ki sizin şu kıvrımlı sokağı İsparkçılar keşfetmedi henüz. Bulurlarsa hayali Anadol pikabınız için bile makbuz kesebilirler, hem de tatlılıkla...