Vladi BENBANASTE
Wladimir Sacha Pardowitz’in Bar-Mitzva töreni için Amsterdam’a gittik. Kimdir bu Sacha? Adından da anlaşılacağı gibi kendisi ‘vuz vuz’ bir ailenin üyesi. Anne tarafından yaklaşık 40 senedir filan haberleşmediğimiz akrabalarımız. Aslında hiç de uzak olmayan bir akrabalık bu; Bar-Mitzva çocuğunun babası ile ikinci derece kuzeniz. Onun büyükbabası ile benim anneannem kardeş. (Bu arada beş kardeşten üç tanesi konsantrasyon kamplarına alınmış ve kurtulmayı başarmış ‘şanslı’ olanlardandır. Diğer iki kardeşten biri anneannem Türkiye’de olduğu için, diğeri de Hıristiyan olan karısı tarafından uzun süre saklanarak kampa gitmekten kurtuldu. Holokost haftasında bir cümlecik de benden…)
Hollanda deyince aklıma yel değirmenleri gelir, laleler ülkesi gelir (Bilmezdim; Hollandalılar lale bitkisini Osmanlılardan Kanuni Sultan Süleyman döneminde almışlar, hatta lalenin ilk yolculuğu, Osmanlının bir türlü fethedemediği Viyana’ya, daha sonra da Hollanda’ya olmuş…) Amsterdam deyince aklıma kanallar, gemiler ve yine laleler gelir... Aklıma kar gelir, donmuş nehirler üzerinde kızak yapan insanlar ve bisiklet gelir. Aynen de hayal ettiğim gibi bir yer çıktı. Biraz masalımsı, biraz romantik, çizgi film ortamı gibi bir şehir; global warming’den nasibini aldığından artık sürekli karlar altında değil, kanallar ülkesindeki kanallar, üzerinde patinaj yapılacak buz kalınlığına ulaşamıyor. Değirmenler? Onlardan da eser yok; görmek için şehir dışındaki özel yerlere gitmek gerek… Amsterdam’a kadar gidip her ne kadar “ni un yeldeğirmeni” göremeden döndüysem de, gidilesi, görülesi bir yer...
Cuma sabahı abim, yengem, karım ve ben olarak, işte böyle karlı bir ortama indik. Çok yoğun bir Bar-Mitzva ve sonrasında sürekli bir kutlama töreni olduğundan, şehri gezecek pek vaktimiz yoktu. Cuma aksamı “yeni tanışacağımız akrabalarımız ile” şabat yemeği, cumartesi sabah sinagog ve Bar-Mitzva, öğlenine seuda ama öğlen yemeği niyetine, aksamına parti… Bildiğimiz, şanlı şerefli, pek bir tantanalı yurdum bar-mitzvalarından pek farkı yok gibi… Eeee ne de olsa biz, bize benzeriz...
Otele geldik, eşyaları attık, dosdoğru, öğlen yemeği yemeye ‘Arjantın steak hause’… Rejim mi dediniz? Bak şimdi münasebetsizliğe, Amsterdam’dayım, tatildeyim, karnım (patron) aç… Ne yapııım yani; yapacağım bir ara… Her ne kadar yılbaşında başlayacaktıysam da, önce ‘Sade Kafe’ engel oldu, sonra battı balık felsefesi, şimdiki hedefim yeni ayın başı. Hele bir dönelim bu seyahatten… Lokantada “ufak- ufak, hafif hafif” yedikten sonra “wer ıst der flawer bazaren?” Flamglizce konuşuyoruz. Biraz Flamanca biraz İngilizce. İyi olacak turistin, flawer bazar ayağına gelirmiş; lokantadan çık, kanalın hemen yanı (Sanırsın bir tek kanal var) hemen arka sokak. Büyük bir hayranlık ve heyecan ile pazara yönleniyoruz. Öyle ya, laleler ülkesindeyiz… Bildiğin Eminönü çiçek pazarının Amsterdam versiyonu. Sağlı sollu dükkânlar, laleler 50 tanesi 7-10 Euro. Bilsem ki dayanacaklar, getiricem İstanbul’a. Bir sürü de ‘suvönir’ dükkânı, birinden kaçsan ötekine yakalanıyorsun. Sonuçta birkaç amerilis soğanı, bir sürü magnet ve çukulata alıp huzura erdikten sonra sokaklarda tam teşekkülü bir turist avareliğinde bilinçsizce dolanmaya başladık. Abim daha önce geldiğinden hatıra binaen bizimle geziyor, biz ise şuraya gidelim, buraya gidelim moodundayız. Bu sırada da abimden inciler; “Aslında!! Amsterdam’a baharda gelinir, o zaman söyle güzel… Böyle şahane…” İyi bari dönüş uçağındayken söyleseydin bunları o zaman vazgeçer, belki de gelmezdik…!? Neyse, çok vaktimiz yok, burnumuzun doğrultusunda geziyoruz, halimizden memnunuz. Nasıl olsa her yer Amsterdam, zaten bir zaman sonra kanal, köprü, kanal… “Biz buradan geçmemiş miydik?” Bir yer soruyorsun; “İki kanal sonra sola dön, bir kanal ilerle, 3. köprüden kanala atla…”
Şabat yemeği için buluşma 17.45, evet 17.45… Buralarda adet böyleymiş, erken yerlermiş, böylesi daha sağlıklı imiş. Ayol! Olur mu öğlenin 18’inde akşam yemeği? Olurmuş, herkes böyle yaparmış zaten… İyi naapalım, biz de öğleden sonra kahvaltısı niyetine Şabat yemeğimizi yer, bize göre akşam yemeği saatinde de Amsterdam gecelerine akarız diye planladık. Yapılacak çok şey var, ‘özel’ kek yiyeceğiz; öğrendik, kafa bulduran mantar var, onu yiyeceğiz, barlara takılacağız… (En azından niyetimiz iyi ama içimden bir ses gece yarısı olmadan uyuyacağımı söylüyor.) Saat 18, offff amma da geç olmuş; akşam yemeğine gecikiyoruz. Hava zaten erken kararıyor, Şabat oldu. Öğlen, Türkiye saatine göre yediğimiz yemekler daha midemizi terk etmemişken, Hollanda adetlerine göre 18’de aksam yemeği yemek biraz zorlasa da yapılacak bir şey yok… Dışarıda lapa lapa kar yağıyor… Her taraf yeniden bembeyaz olmuş…
Sadece 6 tanesini daha önceden tanıdığımız (bir kere gördük) yaklaşık 30 kadar ‘yakın’ akrabanın bulunduğu salona girdik. İçeri girerken bar-mitzva çocuğunun babasından öğrendik ki endişelenecek bir durum yok… Yemekler ‘Belçika’dan gelmiş… Hepsi kosher… Offff, yani... Üzerimden bir yük kalktı… Nasıl rahatladım bilemezsiniz!!! Şu anda halen adını hatırlayamadığım bütün akraba ve par alyans akrabalar ile bir bir tanıştım. Hepsiyle sanki daha dün ayrılmışçasına bir sıcak, bir duygusal, bir hoş sohbet, bir muhabbet… Doğrusu beklemiyordum, şaşırdım kaldım... Doğruya doğru, buraya gelene kadar benim için ‘elin adamları’. “Keh keh, daha daha da nasılsınız?” muhabbetini de hiç beceremem… Nasıl geçer, nasıl biter bu gece diye düşünürken, beklentilerimin aksine meğer ne kadar çok anlatılacak şeyimiz varmış, meğer hiç tanışmadan geçen onca senenin ardından ne kadar yakınmışız… Meğer aynı cemaate ait olmak, aynı aileye ait olmak ne güçlü bağlar yaratıyormuş… Şabat yemeğinin bilinen ritüelleri içerisinde İsrail’den gelen yeni bir akrabamın okuduğu Şabat duası ve Bar-Mitzva çocuğunun hamotsi duasından sonra yemeğimizi yedik. Ortam enternasyonal, Tel-Aviv’den gelen var, Pariz’den, New York’tan, ama en ‘gözde’ biziz; ‘İstanbul’dan… “Nuvel kuzin de stanbol…”
Bir sonraki buluşmamızda “Eşkenaz kalında bar-mitzva” ve gece ‘party’. Genelde her şey aynı olmakla birlikte enteresan farklar var… Bir sonraki yazımı merakla bekliyorum...
Dip not: 7’de başlayan yemek 11’de bitince gece yarısı olmadan uyumuştuk… Hislerim beni yanıltmamış.
Sevgiyle kalın…