Onca çaba, onca uğraş, onca başarı ve hedeften sonra hâlâ neden iç sıkıntısı çekiyorsunuz? Neden hâlâ mutlu olmak için kafa patlatıyorsunuz? Her şeye sahipsiniz belki de ama en fazla ihtiyacınız olana değilsiniz. Bakın bilge insan ne öneriyor…
Gökyüzünün, parlak çıplaklığını göstermekten uzun zamandır kaçındığı günlerin birinde kalabalıklar arasında yalnızlık içinde yürürken, ‘iç sıkıntısına’ nasıl çare arayacağını düşünüyordu.
‘Hayat’ demişti ona bir arkadaşı, “bir tiyatro oyunu gibidir; hepimiz oyuncularıyız. Kimimiz rolü iyi oynar, kimimiz ise kötü oynayarak uyumsuzluk yaratıp hayata başkaldırmaya yeltenir. Lâkin süre bittiğinde, perde kapanır, oyun sona erer; herkes geldiği yere geri döner, farklılıklarını sıfırlayarak. Sen oyununu iyi mi, kötü mü oynamak istiyorsun? Karar ver, zira iyi oyun ile kötü oyun arasında müthiş bir ‘mutlu hissetme’ farkı var…”
Yalnız kalabalıklar arasında yürürken bu kez de Tolstoy’un sözleri aklına gelmişti:
“Bu hayat bana karşı düzenlenmiş aptalca bir oyundan ibaretti. Birisi bana, beni dünyaya yollamakla sığ bir şaka yapmış olmalı. O kadar çalıştıktan sonra hâlâ hayatın anlamı nedir, sorusuna cevap aradığımda mutlaka kahkahalarla gülüyordur bana.
Yaşadıklarım ve başarılarım, er geç unutulup kaybolacak ve ben o zaman hayatta olmayacağım. O zaman, bütün bu hengâme neden? Niye çabalıyoruz ki boşu boşuna? İnsanoğlu nasıl olur da, bu boşluğu görmeden hâlâ yaşamaya devam edip onun için çaba sarfeder? Anlaşılacak gibi değil!”
Ünlü Rus yazar, hayatının son çeyreğinde hep hayatın anlamını aradı. İsyan etti, ama sonra şöyle bir formül buldu:
“Bir insanın yaşayabilmesi ancak hayatın sarhoşluğuna kapılmışsa mümkün olabilir…”
Sarhoşluk? Peki, nasıl ve neyle gerçekleşebilecekti?
Tolstoy, 82 yaşında çiftliğinden kaçıp bir süre sonra bir tren istasyonunda ölü bulunacaktı. Yaşamın anlamını aramak için istasyona gelip hangi uzaklara gitmeyi düşünmüştü acaba?
* * *
Bizim iç sıkıntısı çeken kahramanımız sıkıntılı uykusunda ilginç bir rüya görecekti.
Kendisi gibi hayattan sıkılan biri, hayatın anlamını çözmek ve iç sıkıntıdan kurtulmak için uzaklarda bir tepede büyük bir çiftlikte yaşayan bir bilge insana danışmaya gider:
‘Efendim’, ‘o kadar çalışıyorum, çabalıyorum ama hayatın anlamını hâlâ bilmiyorum ve bu bende müthiş bir gerginlik ve sıkıntı yaratıyor. Son çarem sizsiniz. Ne yapmalıyım hayata geri dönmek için’ der.
Bilge insan kendisini iki testten geçireceğini ve sonrasında meseleyi çözebileceğini söyler. Ona zeytinyağı dolu büyük bir kaşığı elinde tutup bütün bu büyük çiftliği baştan sona dolaşıp geri gelmesini söyler. “Bakalım yağ dökülecek mi?” der bilge insan. Adam bir saat sonra kaşıkla geri döner ve gerçekten de kaşıktan bir damla bile yağ dökülmediğini gören bilge insan; “peki güzel de dolaştığın yerde ne gördün anlat bakalım” der. Adam kaşıktaki yağı yere düşürmemek için sadece onunla ilgilendiğini, etrafına hiç bakamadığından hiçbir şey göremediğini söylediğinde bilge insan tekrar kaşıkla yola çıkmasını ve etrafında ne olduğunu, döndüğünde ondan duymak istediğini söyler. Adam yine bir saat sonra geri döndüğünde kaşıktaki yağın yarısının yere düştüğü anlaşıldığında, bilge insan, “işte hayatın anlamı burada yatıyor” der. “Hayatta kuru kuruya tek bir hedefe yürümemeli, etrafındaki güzelliklerin, seni mutlu kılacak, seni sarhoş edecek değişik uğraşıların da içinde olman gerekiyor. Hem kaşığı tut, hem de etrafınla ilgilen. İkisi de birbirinin ayrılamaz, bağımlı ikizidirler. Ve hayatın anlamı da buradadır” der…
Kahramanımız muhtemelen Tolstoy’un, iç sıkıntısından çıkış olarak gördüğü, bir insanın yaşayabilmesi ancak hayatın sarhoşluğuna kapılmasıyla mümkündür, formülünden etkilenip böylesi bir rüya görecekti.
* * *
Sarhoşluğa kapılmak için Epikür’ün zevk odaklı yaşamak felsefesi en gerçekçi yol muydu?
Yoksa, hayatın sorunlu bir süreç olduğunu, Camus’nün deyimiyle bir ‘saçma’ olduğunu bilmemek, anlamamak ve kavramamak mı gerekliydi?
Veya yine Camus’nün deyimiyle, ‘hayat saçmadır; bu saçmalığı görüp ona son vermek de saçmadır. En iyi yol kahramanca yaşamak ve başkaldırmaktır’ mıydı ‘sarhoşluğa’ kaptıracak olan insanı?
Yoksa yoksa, kendine sürekli dışardan bakmayı bırakıp, evrenin sonsuzluğunda küçücük bir nokta gibi göründüğümüz gerçeğini unutup, kendini hayatın içine sokup ve bilge insanın dediği gibi, hedefe yürürken etrafında olup bitenlerle ilişki içinde olup küçük mutluluklarla vaktini mi doldurmaya bakmak lâzım?
Belki de hayatın anlamı bütün bunların kesiştiği ama bizim görmekte zorlandığımız noktada mı şekilleniyordu?
* * *
Kahramanımız, yine yollara düşerken yalnız kalabalıklara biraz daha iyimser bir bakış atarak daha derin nefes almaya başlamıştı artık.
Can sıkıntısı bir nebze geçmiş; gelecek sefere kadar şimdilik onu terketmişti.
Gökyüzü de ona yardım edercesine, mavi rengini cömertçe sergilemeye başlamıştı.
Her ikisi de ‘oyunu’ şimdilik ‘iyi’ oynamaya başlamışlardı…