Cümleler darmadağın olmuş, kelimeler havaya savrulmuştu. Başıboş kalan harfler çevremizdeki dinleyicilerin kafasına gelişigüzel konuyordu. Artık bundan sonrasını toparlamam imkânsızdı. İki saat önce kafamda kurguladığım bu haftanın yazısı, beynimin ultra-bas notalar tarafından istilaya uğramasıyla birlikte tamamen silinip gitmişti. İşin tuhafı bu notalar normal ve doğal yol olan kulaklarımdan içeri girmiyordu. Tam aksine alttan, affınıza sığınarak yazıyorum, makattan vücuduma duhul oluyor, barsaklardan başlayarak yukarı doğru tüm iç organlarımı şiddetle sarstıktan sonra asıl hedefleri olan beynimde kümeleniyorlardı. Dördüncü şarkı başlamadan, yüzünün şeklinden ağlama krizine hazırlandığını anladığım karımı usulca dürttüm. “Hadi kalk gidelim” dedim. Kadın milleti küçük bir intikam uğruna bin türlü eziyete katlanabilir, bu gerçeği bir kez daha anladım. Muhterem eşim yerinden kımıldamadı bile, “ben iyiyim” dedi o çok tanıdık buzzz gibi ses tonuyla. Öyle ya bu konseri ben istemiş, bilinçli bir şekilde Jones’ları birbirine karıştırmıştım. Karım son ana kadar Norah Jones hanımefendiyi dinleyeceğimizi ummuştu.
Bereket hoparlörünü patlatan bas sesini nihayet fark eden bir görevli üçüncü parçadan sonra müdahalede bulundu da safra kesem karaciğerimle yer değiştirmekten son anda kurtuldu. Bu arada, sahneyi tüm heybetiyle kaplayan altmış iki yaşındaki olağanüstü kadın, Açıkhava’yı dolduran gençlere vücudu ve performansıyla adeta meydan okuyordu. Sırada Astor Piazzola’nın Libertango’su vardı. Nasıl da yakışıyordu bu uçuk anlamlı melodi Grace Jones’un tarzına! Şarkıyı kendimden geçmiş dinlerken nasıl olduysa bu ‘aykırı diva’nın aniden balığa dönüştüğünü fark ettim. Gözlerimi kırpıştırdım, tekrar baktım. Evet, sahnede çıplak bir balık vardı. Islak gövdesiyle bir tüy gibi döner platformun üzerinde uçuyor, müzisyenlerin önünden geçiyor, arada yükselip önde oturan seyircilerin tepesinde kısa bir tur attıktan sonra yeniden sahneye dönüyordu. Tanıdım, Emir Kusturica’nın balığıydı bu!
Hani rüyalarla gerçeklerin iç içe geçtiği, absürdün sınırlarında dolaşan Emir Kusturica’nın sürrealist filmi ‘Amerikan Rüyası’ vardı ya, işte o filmdeki balıktı sahnedeki. “Eğer birinin ruhuna bakmak istersen, sana hayallerini göstermesini istemelisin” diyen balık… Goran Bregoviç ile Iggy Pop’un ünlü kıldıkları bir de şarkısı vardı filmin: “Fish doesn’t think because fish knows everything. – Balık düşünmez çünkü balık her şeyi bilir.”
Balık metaforunu ilk kez Burgazada’daki bir panel esnasında kullandığımı hatırlıyorum. Yıllar önce, artık aramızda olmayan Hrant Dink ile Stefanos Yerasimos’un yanı sıra Etyen Mahçupyan ile gazetemiz yazarlarından Robert Schild’in katıldıkları bir oturumda yer almıştım. Yaz sıcağında kim gelir Burgazada’daki paneli dinlemeye önyargısıyla hazırlıksız gitmiş, üç beş dinleyici çıksa bile hep birlikte bir meyhaneye gider orada sohbeti sürdürürüz diye düşünmüştüm. Meğer ne yanılmışım! İnsanlar bahçeye sığamamış, kalabalık sokağa taşmıştı. İzleyicilerin pek çoğu adaların dışından gelmişti. Ortam oldukça gergindi. Anladığım kadarıyla Dink ile Mahçupyan’ın yeminli düşmanları ön sıraları doldurmuştu.
Konuşmalar başlamadan, panelin moderatörü Vecdi Sayar kulağıma eğilmiş, “Son sözü sana vereceğim ortamı yumuşatırsın” demişti. Gerçekten de karikatürcü olarak takdim edildiğim oturumlarda hiç komiklik yapmasam bile izleyicilerin suratlarında nedense hep bir tebessüm ifadesi oluşur. Kimi zaman bu duruma alınmadığımı söyleyemem… Her neyse, panele dönecek olursak, beklendiği gibi Hrant ile Etyen’in konuşmaları ortamı fazlasıyla germişti. Panelistler konuştukça etrafı gözlemliyor, neler diyebileceğimi hesaplıyordum. İşte o an kendimi ve diğer panelist dostları bir akvaryumdaki süs balıklarına benzettim. Nadir ve değerli azınlık balıkları! Konuşma sıram geldiğinde izleyicilerle bu benzetmemi paylaştım, çok güldüler, bu kez alınmadım…
Oldum olası sualtı dünyası ilgimi çekmiştir. Hatta balık burcundan olduğum yetmezmiş gibi gittim bir ‘yengeç’ ile evlendim. Balıkların ‘farklı’ yaratıklar olduklarına inanırım. Su altındaki balık sürülerinin nasıl topluca hareket ettiklerini anlamaya çalışırım. Yüzlerce minik balık aynı yönde yüzerken, sanki telepatik bir komut almış gibi bir anda hep birlikte yön değiştiriverirler, hayret! Geçenlerde gazetede okudum: Yeni Zelanda’daki bir üniversitede denizbilimciler balıkların birbirleriyle konuştuklarını, iletişim kurduklarını belirlemişler. Araştırma esnasında, dipte yaşayan kırlangıç balığının çok geniş bir ses yelpazesine sahip olduğu fark edilmiş. Öte yandan, akvaryumlarda beslenen süs balıklarının mükemmel işitme özelliklerine karşın hiç ses çıkaramadıkları anlaşılmış!
Grace Jones’un konserinin ardından, İstanbul trafiğinin sayesinde sabah saatlerine yakın bir vakitte evimize kavuştuk. Kapıda Şalom Gazetesi – bize cuma günleri gelir - beni bekliyordu. Yatmadan önce bir göz attım ki Robert Schild’in veda mesajı… “Al işte, bir balık daha uçtu!” diye hayıflanmadan edemedim.
‘Nitelik’ köşesi, adı kadar içeriğiyle de iddialı bir köşeydi. Günlük gazetelerimizin hiçbirinin sanat sayfalarında bulamayacağımız kadar kapsamlı bir kültürel zenginlik sunuyordu okurlarına. Şalom’u aldığımda okumadan edemediğim köşelerden biriydi Robi’nin ‘Nitelik’i. Ama gün geliyor çıta o denli yükseliyor ki, uçmasını beceremeyenlerin çıtanın altından geçmekten başka çareleri kalmıyor. Öyle olunca da nitelik nicelik karşısında her daim kaybediyor. Balıkların payına da uçup havalanmak kalıyor. Düşünmeden…