Vikingler’in uzun gemilerinden İspanyol kalyonlarına, yeni toprakları keşfe çıkan yelkenlilerden Titanik’e, çok çeşitli gemi öyküsü vardır kuşkusuz. ‘Exodus’ gemisinin hikâyesi, kitabı yazılacak ve filmi çekilecek kadar görkemli ve dokunaklıdır. Ancak köhne bir Romen gemisi vardır ki, değil öyküsünün filmini seyretmek, üstünkörü anlatılmasına bile yürek dayanmaz.
İş hayatımın uzunca bir bölümünde gemi işletmeciliği yaptım. Çalıştığım şirketin iki tanker gemisi vardı ve şirket ortağı Erol Ertem’in, gemiler konusunda yardımcılığını yapıyordum. Gemilere yük buluyor, bağlantılarını yapıyor, sıvı kimyasal maddelerin hangi tanklara yükleneceğinden yakıtın nereden alınacağına, atıklarının güvenli bir şekilde nasıl tahliye edileceğine kadar her türlü işleri ile ilgileniyordum. Kiralama sözleşmesinin, kimsenin okumadığı mikroskobik yazılarını ezbere biliyor, yorumlayabiliyordum.
Denizciliğin ‘geyiklerini’ de öğrenmiştim; örneğin gemilerden İngilizce neden dişi imişler gibi ‘she’ diye söz edildiğini. Bu sorunun, sevimli bir cevabı vardır: Gemi, kendisini yönetmesi için bir erkeğe ihtiyaç duyar, sokağa (sefere) her çıktığında süslenip püslenmesi gerekir, erkeğin düşündüğünden hep daha pahalıya gelir, yaşlandıkça eklemleri çatırdamaya başlar, batarken erkeğini de beraberinde götürür.
Erol Beyin ilginç lâfları vardı. Şirket, bayramlarda yüzlerce kilo çikolata dağıtırken “bize yok mu?” diye sorduğumda, “mum dibine ışık vermez kızım” demişti meselâ. “Seninki de oruç mu be kızım” demişti bir Yom Kipur arifesinde, “seninki eşek orucu”. Eşek orucu ne demek bilmiyorum, bilmek de istemiyorum ama Erol Bey beni severdi, onu biliyorum. Bir de “insan yükü ağırdır” derdi.
Vikingler’in uzun gemilerinden İspanyol kalyonlarına, yeni toprakları keşfe çıkan yelkenlilerden Titanik’e, çok çeşitli gemi öyküsü vardır kuşkusuz. ‘Exodus’ gemisinin hikâyesi, kitabı yazılacak ve filmi çekilecek kadar görkemli ve dokunaklıdır. Ancak köhne bir Romen gemisi vardır ki, değil öyküsünün filmini seyretmek, üstünkörü anlatılmasına bile yürek dayanmaz.
Gazetemizin yakın geçmişte yeniden yayımladığı elim tarihi olaya göre, güç belâ 230 kişi taşıyabilecek kapasitedeki ‘Struma’ adlı hurda gemi, İkinci Dünya Savaşı sırasında canlarını Nazilerin elinden kurtarmaya çalışan 778 Yahudi mülteciyi, o zaman Büyük Britanya mandası altında olan Filistin’e götürmek üzere Romanya’dan yola koyuldu ve 15 Aralık 1941 tarihinde Sarayburnu açıklarına demir attı. Yolcularının Filistin’e giriş vizesi olmadığı için gemi karantinaya alındı. İngiliz Konsolosluğu vize vermeyi reddetti, resmî makamlar ise mültecilerin karaya çıkmasına izin vermedi.
Yaşlılarımız Struma’yı hatırlar... Galata’da denize bakan evlerde oturanlar, yaklaşık iki ay süresince gözlerinin önünde cereyan eden trajediye bizzat, gün be gün tanıklık etti. Hayatını insana yakıştırılamayacak koşullar altında sürdürmeye çalışan zavallılara ellerinden geldiğince yiyecek sağlayarak yardım etmeye çalışan Yahudiler oldu ama yetmedi tabii. Vize alabilen birkaç şanslı kişi ve kanaması olan gebe bir kadın gemiden çıkmayı başardı. İngiltere’nin uzun müzakerelerden sonra on altı çocuğa vize vermeyi kabul etmesine rağmen, resmî makamlar çocukların karaya ayak basmasına izin vermedi.
Struma faciası, birkaç satır, bir iki makale ile geçiştirilebilecek bir olay değildir. Ancak bol miktarda kaynak mevcut. Örneğin sadece belge ve tanıklıklara dayanarak yazan Rıfat N. Bali’nin Devlet’in Yahudilerive “Öteki” Yahudi, ayrıca Bir Türkleştirme Serüveni gibi kitaplarına başvurmanızı öneririm. Bilgilerimi tazelemek için ben de öyle yaptım.
Gemi, Köstence’ye geri dönmesi talimatıyla bir römorkör tarafından 23 Şubat 1942 tarihinde Karadeniz’e çekildi ve makinelerinin arızalı olmasına rağmen kaderine terk edildi. Fırtınaları ile ünlü Karadeniz’de şubat soğuğunda başıboş seyreden, yolcuları kendi pisliklerinin içinde boğulan gemi, sabahın erken saatlerinde, muhtemelen bir Rus denizaltısından atılan bir torpidonun isabet etmesi sonucunda infilâk etti ve battı. Yolcularından tek bir kişi kurtuldu.
Koskoca bir devletin 700 kadar sahipsiz gariban mülteciyi, vize ve diğer formaliteleri boş vererek, sadece insani sebeplerden ötürü bağrına neden basmadığını anlamak zor. Belki de Erol Bey haklıydı. İnsan yükü ağır galiba.