Dostum Robert Abudara’yı kaybettim ben. Yapış yapış kahpe bir sıcak Temmuz gecesi, hayatta kalıcı bir değer bırakmak için gece gündüz uğraşan dev gibi yiğit bir insanı aldı götürdü aniden. Ölüm anlaşılır tek gerçek. Ama ya erken ölüm? Peki, ya elvedasız erken ölüm?
Dostum Robert Abudara’yı kaybettim ben. Bir gece ansızın hiçbir uyarı yapmadan Tanrı aldı sevdiklerinden Robert’i.
Ölümün en acısı da bir ‘elveda’ bile diyemeden çıkılan bilinmezlik yolculuğu olsa gerek.
Yapış yapış bir kahpe Temmuz gecesi Robert’i, hayatta kalıcı bir değer bırakabilmek uğruna gece gündüz uğraşan bir yiğit delikanlıyı aldı götürdü fütursuzca, çok uzaklara. Onu sorunlarla özveriyle uğraşırken, didişirken göremeyeceğim artık. Robert’in. kötünün egemen olduğu, “yoksulluğun” her tarafımızı teslim aldığı, cesaretsizliğin, korkaklığın, güvensizliğin egemen olduğu bir coğrafyada kendi gücüyle sessiz, sitemsiz, ama kararlı mücadelesine artık tanık olamayacağım.
Ama en önemlisi bu satırların yazarı, etrafına cimrice döktürdüğü ama Robert’e cömertçe sunduğu, “ben seni çok seviyorum ya” sevgi sözcüklerini söylemek için mumla adam arayacağı gerçeği karşısında azgın dalgaların hoyratça vurduğu kayalıkların hissettiği sessiz acıyı yaşayacak, isyan sözcükleri eşliğinde…
Ne kadar da mutlu hissederdim, ‘ben de seni seviyorum başyazarım, Fenerli olmana rağmen’ dediğinde!
Robert ile gerek dünya görüşümüzde gerekse de siyaset, din konularında genelde hemfikir olmadık. Ama ne gam! Yürekte iyilik, gönülde güzellik olduktan sonra iki insan arasında duvar mı kalırdı? Yıkılırdı hemen o aptal, sahte, çirkin kalın setler.
Hayatı ciddiye alan iki insanı hiçbir engel durduramayacak bu adaletsiz dünyada. İşte en büyük teselli bu olsa gerek! Duvarlara inat, pespayeliğe, duyarsızlığa ve hasetliğe inat dostluk dağları tüm heybetiyle karşımızda olacak...
Dost kime denir ki?
Sadece sohbeti değil, sessizliği bile sıkıcı olmayan, eksikliğini hissetmeniz için yokluğu kafi gelen insana dost denmez mi?
Aynı görüşte olunmasa da uzlaşabildiğiniz, köprüleri atmadan da tartışabildiğiniz, her savaşta birlikte daha da güçlenmiş bağlarla çıktığınız insanlar değil midir, “dost” dediğiniz.
Ona her telefon açtığımda, “emrindeyim başyazarım” gibi tevazu sularında yüzen güvenli bir sesi duymak herkese nasip midir bu ikiyüzlü, bencil dünyada?
Ya sonra, sıkıntınızı gidermek, talebinizi hemen yerine getirebilmek için çırpınan bir yüreğin desteğini hissetmek kaçımıza nasiptir bu sahte ve kahpe evrende?
Şimdi ben biraz daha yoksullaştım. Zira gerçek bir dostumu yitirdim sonsuza değin. Ölüm bu dev adama, bu yürekli cesur insana, bu mütevazı kahramana yakışmadı, en azından sevgili annesi, eşi ve kızları adına. Çok erken oldu, çok!...
Lakin, ölüm tek gerçek. Gerisi sadece tiyatro oyunu. İnsan ölüme yazgılıdır. Varoluşu ölüme doğru giden varlıktır. Varoluşunu, ölüm gerçeğine göre gerçekleştiriyor, bilmeden muht
Hayat hep ölüme doğru akıyor. Onun sayesinde tüm eylem ve faaliyetlerimiz, teşebbüs ve kararlarımız anlam kazanmaya çalışıyor.
Yani, ölüm kaçınılmaz ve anlaşılır ve anlamlı.
Lakin erken ölüm?
Ya, elvedasız erken ölüm?
Burada bir haksızlık yok mu Tanrım?
Yoksa bunu kavramak, anlamak bizim algılama sınırlarımızın ötesinde mi kalıyor?
O zaman diyeceğiz ki, her yaşadığımızın bir anlamı, her farkettiğimizin bir nedeni var bu hayatta anlamasak da, algılamasak da.
Ve belki de geriye kalan tek tesellimiz şu olacak:
Sessiz kahraman Robert: Eşin ve çocukların acılar içinde ama dimdik ayaktaydılar‘exodus’ töreninde.
Onlarla bir kez daha gurur duyabilirsin.
Bizler ise senin gibi ‘adam gibi adam’ bir insan aramaya koyulacağız nafile beklentilerle.
Güle güle ayrıksı dost. Yolun açık olsun.
Güle güle Robert…